Naylondan korkularımıza karşı gerçek hayatta mücadele için!

Bu internet günlüğündeki bütün yazılar gelişme halindeki metinlerdir; sürümün güncellenip güncellenmediğini sondaki harften takip edilebilir.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Kağıdın köşesi, köşesinin yazarı, muhafazakarın sanatı veya “Sen'at İskender Pala, sanat tutar!” (sürüm no: 07H12a)


Tiyatrolarla ilgili tartışmayı başlatmış olan İskender Pala, “sanat sepet” işlerinde “fikir geliştirme öncülüğü” icazeti almış olmalı ki, Zaman gazetesindeki köşesinde “muhafazakarın sanat manifestosu” adlı bir yazı kaleme almış. İskender Pala, herhangi bir “sanat manifestosu” okumamış olduğu için “sanatı tanımlayan” bir manifesto yazılabileceğini zannediyor. Bir sanat dalına elbette "ideolojik bir çerçeve" çizmek olasıdır elbette ama sanat alanındaki “manifestolar” sanatı bütüncül olarak tanımlamaz (tanımlayamaz), ele aldıkları alanda sanatsal üretim biçiminin temel ilkelerini ortaya koyarlar (gerçeküstücülük, dada, doğalcılık, kinegöz vs.) Dahası, İskender Pala gibi, sanat dallarını bir üst bakışla kavrayan bir “sanat anlayışı” varsaymak gülünçtür. Yani “toplam bir sanat anlayışı belirleyeyim, buna göre heykel, resim, tiyatro, sinema, edebiyat yapılsın” anlamına gelecek sözler sarf edebilmek, hele de sanatta “estetik seviye” saptamaya kalkışmak için kişinin sanatla yakından uzaktan ilgisinin bulunmaması gerekir.
Şunu içtenlikle söylemeliyim ki “muhafazakar” yazarların metinlere cevap vermek çoğu zaman kolay olmuyor çünkü “dünyanın, öküzün boynuzunda durmadığının” açıklaması oldukça uzun. Neyse ki bu sefer İskender Pala “maddelemiş” sağolsun, kolaylık oldu... Her yazılıp çizileni ciddiye almamakta elbette yarar var çünkü en densizce, en saçma sapan açıklamalar, sırf cevap verilmiş olduklarından dolayı bile sanki tartışılmaya değer oldukları izlenimi uyandırabilir. Ancak bu kez, durum farklı. AKP'nin "sanat sepet" işlerindeki ideoloğu İskender Pala'nın metni, gündelik kelimelerden kırpıp kavramlar üretmeye çalışan kişinin nasıl bir resmin konusu olduğuyla ilgili. Bu resme verilecek cevaplar var.

2 Haziran 2012 Cumartesi

Bedrettin Cömert'i İkinci Kez Öldürmek, 14 Yıllık Bir İntihal Cinayeti


(Bu metin daha önce yayınlanmıştı, vakit buldukça "EK" başlığını taşıyan bölümlerle, hattâ fotoğraflarla genişleteceğim)

Kimi çeviriler çevirmenleriyle anılır. Gombrich'inSanatın Öyküsüeseri de sanat tarihçisi, akademisyen, büyük Türkçeci ve usta çevirmen Bedrettin Cömert'in adıyla anılıyordu, hattâ öylesine anılıyordu ki, hiç kimsenin aklına Sanatın Öyküsü'nün 1997 baskısının kapağına bakmak gelmedi. Tam 14 yıl, yani Sanatın Öyküsü'nün tam beş baskısını Bedrettin Cömert çevirisi diye alıyoruz ve 14 yıldır yanılıyoruz. Meğer Gombrich, bu eserinibüyük ölçüdedeğiştirmiş, hal böyle olunca da buyeniSanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi'nin iki yöneticisi, Erol Erduran ve Ömer Erduran tarafından çevrilmiş. Bunu ben iddia ediyor değilim, eserin 2007 yılı Türkçe baskısının kapağında aynen şunlar yazılı (Metnin imlası olduğu gibi yayınevine aittir):

21 Mart 2012 Çarşamba

Tahrik olmanın katildeki hafifliği; Sivas Katliamı.

Nazlı Ilıcak'ın 21 Mart tarihli Dört Bir Taraf programındaki (CNN Türk) ifadeleri şöyle:

“Bazı gerçekler unutuluyor, olayın hangi şartlarda geliştiği anlatılmıyor. Müslümanlar hedef gösteriliyor” (...) " Aziz Nesin din karşıtı sözleri kitleyi tahrik etti." (...) "Aziz Nesin Müslümanlığa resmen küfretti” (...) “Orada suçsuz kendi halinde gelmiş halktan insanlar ve üniversite talebeleri de suçlu durumuna düşürüldü. Bu tip tepkiler verilebilir.” "Dine hakaret etmek zaten ceza kanunumuzda da suç sayılmaktadır". Nazlı Ilıcak elbette bu sözlerinin arasına Sivas katliamının "katliam" olduğunu da eklemeyi unutmamış. Belki de "meşru müdafaa" demek isterken dili sürçmüştür, bilemiyorum.

Bu sözlere verilebilecek cevap, aslında cümleler kurmak değildir, midemizde hissettiğimiz bulantıyı engellememektir. Bu sözlerin gerçek muhatabı aslında midemiz ve kalınbağırsağımızdır.


9 Mart 2012 Cuma

Yalancı Pehlivanlık; Adnan Oktar Otopsileri-2- (sürüm no: 09M12a)



Daha önce verdiğim bir teşbihi burada da tekrarlamak isterim; Renkli doğumgünü balonlarından birini iğneyle patlattığımızda, bu balonların hepsini bir iğneyle patlatabileceğimize dair "gündelik" bir bilgi ediniriz. Adnan Oktar balonu da buna benziyor, patlatması bir hayli kolay, daha önceki makalem Adnan Oktar'ın çalakalem ve çarpık makalelerinin hepsinin birer birer patlatılabileceğini açıkça ortaya koymuş olsa da vakit buldukça tek tek örnekleyeceğim, çünkü çok keyifli.... Şunu özellikle belirtmek isterim; Adnan Oktar'ın basitçe, safça "cahil" olduğunu düşünemiyorum; aşağıda da göstereceğim üzere bunlar ancak "bile isteye" yapılacak türden tahrifatlar. Üstelik öyle tahrifatlar ki... Kaynak gösterdiği metnin içeriğini tahrif edecek kadar gözü dönmüş, hırslanmış. Aslında şöyle diyebiliriz; kaynak gösterdiği metni tahrif edecek kadar insanları salak yerine koyma cüretini gösterebiliyor. Yaratılışçılık nedir ne değildir diye merak edecek olanlar, bana kalırsa öncelikle Adnan Oktar'ın nasıl bir üfürük makinası olduğunu görmeli.

I) Öncelikle bağlantımız şu: http://harunyahya.net/V2/Lang/tr/Pg/WorkDetail/Number/9751

II) Diğer bağlantı; http://www.harunyahya.net/V2/Lang/tr/Pg/WorkDetail/Number/2567

Bu iki makale birbirinden farklı görünebilir ama ortak bir özellikleri var; her ikisinde de Laura Nelson'un bir makalesi ve aynı makalede Laura Nelson'un atıfta bulunduğu başka bir bilimsel çalışma geçiyor. Öncelikle şunu belirtmem gerek, Laura Nelson, somut bir bilimsel çalışmayı evrim kuramı çerçevesinde bilimsel bir şekilde yorumlamış. Bu "yorumlamadan" gazeteci yorumcusunun üfürmesini anlamayın. Dolayısıyla bu iki makaleyi Adnan Oktar'ın nasıl çarpıttığını 4'üncü maddede açıklayacağım; bir taşla iki Adnan Oktar üfürmesi vurmak diyebiliriz buna. Ama önce baştan başlayayım...

6 Mart 2012 Salı

Nobel Ödüllü Bir Yazarın Bir Faşist Olarak Portresi (sürüm 06M12a)


Bu metin 2009 yılında yazılmış ve gazete sayfasına uygun olarak daha kısa biçimi yayınlanmıştı. Kopyala-yapıştır yalanların çığ gibi büyüdüğü alçaklıklar çağında, yine de bir kayıt düşme ihtiyacı hissettim.

Hiçkimse “çevirinin” gündelik hayattaki yerinin yeterince farkında değil zira en sıradan kitap tanıtımı yazısında bile “yazarın edebi dilinin ne kadar akıcı olduğu” bahis konusu edilir de o dilin aslında Türkçe'de çevirmen tarafından yaratıldığı kimsenin aklına gelmez. Öyle ya, aslı var zaten, çeviri dediğin de bir sözlüğün yanında uygulanacak bir matematik formülü; bunun bir de gevşek bir ağızla ifade ediliş biçimi var: “Yazar yazmış işte, çevirmen ne yapıyor ki?”
Çevirmenin ne yaptığına dair meraklısına pek çok kaynak bulunabilir ama sanırım çeviri hakkında bu kadar fikir sahibi olanlar o makalelere ulaşma zahmetine katlanmayacaktır, bu zahmete katlanacak olanlar da “Yabancı dil bilmek çeviri yapmak için yeter” kalıplarını ne kadar kırabilir bilemiyorum. “Çocukluğumda atari salonlarında uçak-helikopter simülasyonu oyunları oynardım, hazır işsiz kalmışken gidip biraz THY'de pilotluk yapayım da para kazanayım” cümlesini sarfedecek olanlara biraz “üşütük” gözüyle bakılması mümkünken “İngilizcem var kitap çevireyim bari” cümlesi normal karşılanır.
 “İletişim çağında” sahte gerçeklikler üretmenin belli bir kurumsal mekanizmasını, bu mekanizmanın ürünlerini tam da arzu edilen biçimde alımlayacak şekilde “eğitim sisteminden” mezun edilen bireyler tamamlıyor. Geçenlerde saygıdeğer bir çevirmen arkadaşım Japonya'daki gözlemlerini anlatırken şunu söyledi; “Japon gençlerin çoğunluğu, ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından işgal edilmiş olduğunu bilmiyor.” Evet mekanizma her yerde alımlayıcılarıyla aynı işliyor ve öncelikle çeviriden başlamalıyım. Nobel Ödülünün resmi sitesindeki ifade elbette bizde Türkçe “çevirisiyle” yer alacak, ancak bu kadarıyla yetinmek olmaz, bir de “diliçi çeviri” kavramından yola çıkarak bu sahte gerçeklik üretimi mekanizmasının dişlilerinin tanımlanabileceği bir iletişim çöplüğünün de taslağını çizmek gerekecek. Bu kısa yolculukta elimizde önce tek bir cümle var: Nobel Ödülünün veriliş gerekçesi.(1) Şu halde adım adım gidelim.


5 Mart 2012 Pazartesi

Yalancı Pehlivanlık; Adnan Oktar Otopsileri-1- (sürüm no: 05M12-c)

Başlıkta -1- dediğime bakmayın; iki ayrı üfürmeye birden otopsi yapacağım. Ancak daha öncesinde sanırım birkaç nokta üzerinde durmak gerekiyor.


Hukuk Tekniği Açısından Hakaret

Sahtekara sahtekar, hırsıza hırsız, katile katil denmesinin hukukta "hakaret" kabul edilmesi size garip gelebilir. "Hukuk tekniğinde" duygusal yorumlamalara yer yoktur. Ben de size bir hukukçu edasıyla bunun ne olduğunu anlatacak değilim, bir hukukçunun yapabileceği ölçüde konunun ana temas noktalarını ve inceliklerini isabetle tutturamayacak olmamdan dolayı anlatamam (Konunun meraklıları internetten veya hukuk kitaplarından özellikle "Türk Hukukunda Şerefe Karşı Suçlar" başlığında sınıflandırılabilecek makaleleri incelemelidir). Şu halde, kim veya ne hakkında yazıyor olursanız olsun, saptama ölçünüz hakaret veya küçük düşürücü sıfatlar değil, örnekleme üzerinden "adlandırma" yapmak olmalıdır. Bunu bir "kural" olarak değil, mahkemeye verilmekten korktuğumdan hiç değil, insanlar arasındaki ilişkinin estetik ilkesi olarak içtenlikle kabul ettiğimden dolayı uygulamaya çalışacağım. Elbette dostlar sofrasındaki veya arkadaş ortamlarındaki veya dışa kapalı yazışmalardaki halimden değil, böylesi bir metni genele açmadaki tavrımdan bahsediyorum.
Şu bağlantıdaki videoda Adnan Oktar'ın gevrek peypayeliği mevcut, aşağıdaki paragrafı özellikle de bu yüzden yazdım; http://www.youtube.com/watch?v=if3PWUVsp4g (Adnan Oktar'ın Youtube'daki videolarında gevrek kahkalarla "Beni sevenler yanına kadar gelir de ruhun duymaz" ifadesinden, o "sevenlerin" gerçekten böcekler kadar sessiz, hattâ sinsi olduğunu, yine Adnan Oktar'ın söz konusu videolarda okuduğu e-postalarda "Evrime Neden Saldırıyorlar paneli çok gülünçtü, Adnan Hoca bu evrimcilere çok çektirmiş" mesajları göndermelerinden de ancak "dedikodu" yapabildiklerini, zırvalık salgıladıklarını anlıyorum.)
"Darwinizm'i dünyanın her yerinde" çökerttik iddiasında bulunan biri için öncelikle büyük bir kahkaha atılır zira bilimde Darwinizm diye bir kavram veya akım yok çünkü evrim kuramı Darwin ile sınırlı kalmış değil, dahası Darwin'in hataları düzeltilmiş durumda, bunu ben söylemiyorum, kendi alanının uzmanları söylüyor. Elbette evrim bulgularını kuramlaştıran kişi olarak Darwin önemli bir temeldir ama sadece bir temeldir. Hiçbir evrimci, 150 yıl öncesinin bulgularına saplanıp kalmış değil. İkincisi, değil evrimci profesörleri ikna etmek, aşağıda da belirteceğim üzere "ortak ata"nın ne olduğunu anlayamayıp evrim kuramının öncülünün "insanın maymundan geldiği" olduğunu zanneden birinde temel biyoloji bilgisinin bulunduğunu varsaymak gülünçtür. Ve dahası -az önce bağlantısını verdiğim videoya gönderme yaparak söylüyorum- Adnan Oktar'a, kanıtlarıyla bağırta bağırta gerekeni anlatmanın, aslında ne anlama geldiği kolaylıkla gösterilebiliyor. (O cümle öyle değil, böyle kurulur, demek ki insan "hakaret" davasıyla oraya buraya saldırmadan önce kendi laflarına dikkat etmeli; Türkçe'de bir deyim vardır, "Arık etten yağlı tirit olmaz") Adnan Oktar ve/veya ekibi balonlarını o kadar seri üretiyorlar ki hızlarına yetişmek mümkün değil. Tabii bir balonu iğneyle zahmetsizce patlatmak, bütün balonların zahmetsizce patlatılabileceği hakkında yeterli bilgiyi veriyor. Yani 1920'lerdeki "Nebraska Adamı" sahteciliğiyle Evrim Kuramı'nın günümüzde geldiği yeri yanlışlamaya kalkan kişinin "bugün" nasıl bir çarpıtmanın kahramanına bir bakalım.