Naylondan korkularımıza karşı gerçek hayatta mücadele için!

Bu internet günlüğündeki bütün yazılar gelişme halindeki metinlerdir; sürümün güncellenip güncellenmediğini sondaki harften takip edilebilir.

21 Mart 2012 Çarşamba

Tahrik olmanın katildeki hafifliği; Sivas Katliamı.

Nazlı Ilıcak'ın 21 Mart tarihli Dört Bir Taraf programındaki (CNN Türk) ifadeleri şöyle:

“Bazı gerçekler unutuluyor, olayın hangi şartlarda geliştiği anlatılmıyor. Müslümanlar hedef gösteriliyor” (...) " Aziz Nesin din karşıtı sözleri kitleyi tahrik etti." (...) "Aziz Nesin Müslümanlığa resmen küfretti” (...) “Orada suçsuz kendi halinde gelmiş halktan insanlar ve üniversite talebeleri de suçlu durumuna düşürüldü. Bu tip tepkiler verilebilir.” "Dine hakaret etmek zaten ceza kanunumuzda da suç sayılmaktadır". Nazlı Ilıcak elbette bu sözlerinin arasına Sivas katliamının "katliam" olduğunu da eklemeyi unutmamış. Belki de "meşru müdafaa" demek isterken dili sürçmüştür, bilemiyorum.

Bu sözlere verilebilecek cevap, aslında cümleler kurmak değildir, midemizde hissettiğimiz bulantıyı engellememektir. Bu sözlerin gerçek muhatabı aslında midemiz ve kalınbağırsağımızdır.


Öncelikle şunu belirtmeliyim, Nazlı Ilıcak burada aslında bir temsil öğesi, çünkü bu sözleri her gerici ve faşist söyleyebilir ve söylüyor da... Söylemekle de kalmıyorlar, kapılara çarpı koymaya devam ediyorlar.


Konuşmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun zekasının -saflığının değil ama- etrafta olup biteni tasvir etmeye çalışmasını görüyorum bu cümlelerde: "Bir adam geldi [Aziz Nesin], sonra kötü şeyler söyledi. Çok kalabalıktı. Hep abiler, amcalar etrafta bağırıyorlardı. Sonra duman çıktı."

Bunu bir yetişkin olarak anlayacaksak, Aziz Nesin'in (Katillerin ve savunucuların ifadesiyle söylüyorum) basında çıkan ifadeleri nedeniyle 16.000 kişi biraraya toplanıyor (16.000 kişi devletin resmi raporlarında geçen rakamdır), bunlar özellikle de kendi halinde oradan geçenler (demek ki Sivas merkezin nüfusu çok yoğun), sonra artık tam olarak ne olduğunu bilemiyoruz, orasını Allah bilir, otel alev alıyor. Beynimizi aldırdığımız bu noktada, elbette, örneğin HES'i protesto eden köylü kadınların karşısına jandarma ve polisi hemen dikebilen devletin hiçbir kolluk kuvvetinin orada bulunmamasına veya devletin resmi görevlilerin kalabalıkla birlikte tekbir getirmesine veya "hayatın ritmine uymayacak kadar çakmak bulundurmaktan" örgüt bağlantısını saptayabilen yargının Sivas davası sürecinde "kendi halinde" 16.000 birey görüp bunların da içinden "33 tanesini" seçebilmesine, firari sanığın en güvenli yer olarak karakolun arka sokağında oturmasına da şaşırmamak gerek. 28 Şubat'ta, 12 Eylül'de asker postalı öperken Bepanten sürmediklerinden dolayı dudakları aşınmış olanların bugünkü mağduriyet söylemine de şaşırmamak gerek. Katille kurbanı, tecavüzcüyle tecavüze uğrayanı (örneğin 12 yaşındaki kızları tecavüzcülerine direnmediklerinden -yani yetişkin bir erkeğin ağzını burnunu kırmaya yeltenmediklerinden- dolayı suçlu ilan ederek) yer değiştiren aynı gerici-faşist anlayış "Müslümanları hedef göstermek" diyebiliyor ama kime hedef gösterildiklerini elbette söyleyemiyor. Sivas katliamının görüntülerinde "tekbir seslerini" duyduğumuz halde ısrarla "müslüman" kelimesini değil de gerici-faşist tanımını kullanmamızı "müslüman" kelimesiyle özdeş kılmaya çalışmaları aslında müslümanlara "hedef göstermek" değil midir? "Bakın ey cemaati müslümin, size gerici-faşist diyorlar!" Hedef göstermenin inceliklerini anlamak için, kimlerin alçalmada sınır tanımadığına, kimlerin topaç gibi döndüğüne bakmak yeterli olabilir. Öğrencilerin yumurta atma eylemlerini "şiddet gösterisi", "antidemokratik" olarak değerlendirip, bu öğrencilerin 1 yıl ilâ 7 yıl hapse çarptırılmalarına alkış tutanlar ile bir insanlık suçunun zamanaşımına uğratılmasının milletimiz için hayırlı olacağında hemfikir olanlar farklı kişiler midir?


Katliamın savunuculuğunu yapanların katliamı aklamak için bulabildikleri tek dayanak, "müslümanlığa küfredilmesinden tahrik olmak". Konuyu bu noktada tartışmamızı istiyorlar, "Dine küfür edildi mi, edilmedi mi", "Müslümanlara küfür edildi mi edilmedi mi?" Onu da tartışırız elbette ama "insanlık suçunun" orta yerinde değil! Sivas katliamının bu düzleme indirgenmesinin tek nedeni, Gladio'nun, Türkiye'deki adıyla kontrgerillanın rolünün, gerici-faşist örgütlenmelerin, dahası dinci gericiliğin ve faşizmin toplumda kurumsallaşarak kökleşmiş olmasının rolünü unutturmaktır! İnsanlık suçları "Kim kime küfretti?" ile tartışılmaz, bununla ancak mahalle kavgası tartışılır dümbük! (RedHack'in bir bildirisinde de "dümbük" geçiyordu, ben de örgütten olabilirim, yetkililerin dikkatini çekerim efenim!) Yazmasamıydım acaba, bazı dümbüklere hakaret etmiş olabilirim. Ancak şu noktada "tahrik olmaya" bir örnek göstermeden geçmek de olmaz; Tahrik olmaya hazır güruhun ilham alabileceği iki örnek vereyim; Konya Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker'in "Dekolte giyinirsen tecavüze uğrarsın" (YÖK, bu ifadeyi "akademik özgürlük" olarak değerlendirmişti, hatırlatayım), AKP Ünye Tanıtım ve Medya Başkanı Süleyman Demirci'nin sözleri: "Örtüsüz kadın perdesiz eve benzer. Perdesiz ev ya satılıktır ya da kiralıktır." Ne var ki, kendi halinde oradan geçen (!) 16.000 kişi, ellerine oradan buradan geçirdikleri mini etekleri ve perdeleri bu iki insana (fiziksel benzerliklerimizden ötürü insan diyorum) sarıp ateşe vermemiştir.

"Derin devlet" de bu unutturmanın kavramıdır dostlar, dikkat edelim. Devletin "derini" olmaz, "gizlisi" de olmaz, "sınıflarüstü" bir yapısı da olmaz. Yani bir "iyi" ve "sınıflarüstü" bir devlet var, bunun da suikastler, katliamlar düzenleyen "bir avuç" kötü ve "kendilerini gizleyen" görevlisi var. Bu sadece Hollywood senaryolarında olur. Öncelikle adını koyalım; sermayenin devleti. Neden? Her türlü finans kuruluşunu, şirketi ve bankayı destekleyen (halktan alınan vergilerle elbette) bir üstyapı, kimin üstyapısı olabilir? Ülkemiz özelinde örnek verecek olursam, maden işçilerinin ölümünü "şirketin ihmal ve sorumluluğu" değil de "Allah'ın takdiri" yapıp, örneğin, "Yap-İşlet-Devret modeli ile kamu ihale kanununda" değişiklik yaparak şirketlerin kredi borçlarına hazine garantisini (yani şirket kredini borcunu ödeyemese, iflas etse veya o işi belirlenmiş nitelikte yapmasa bile mali yükün hazine tarafından karşılanmasını) getirmeye hazırlanan AKP hükümetinin "devleti" sermayenin devleti değil midir? Bu ülkeyi yeni sosyal güvenlik yasası uyarınca ayda 90 TL ödemek zorunda olan "işsizler" mi yönetiyor, tersanelerde ağaçtan dökülen dutlar gibi ölen işçiler yönetiyor, onbinlerce atanmamış öğretmen yönetiyor da biz mi farkında değiliz? "Devlet, hükümet demek değildir." Bu kategorik ayrım bir üstyapı tanımı olarak rejime (tanım; iktidarla ilgili anayasal kurallar bütünü) aittir, işleyiş olarak sisteme (tanım; hakim kurumsal uygulamalardan kaynaklanan iktidar kullanımı) değil. Devletin siyasal aygıtının, "resmiyeti" çeşitli kuruluşlar arasında pay edilerek halkın bilgisinden saklı tutulan kas gücü olarak Gladio veya kontrgerilla da sermaye devletinin yapısal bir öğesidir. Sermaye sisteminin hükümeti de şu veya bu derecede bu yapıyla ilişkidedir. 4x4'lerin 4+4+4'ler ile ilişkisi de bir matematik denklemi değildir! Dört duvar arasında mutlu olmaya çocukluktan ikna edilecek kadınlar ile köle olmaya yine çocukluktan, 11 yaşında ucuz işgücü yapılarak ikna edilecek olan erkeklerin bedenlerinin katliamların faili ve katliamların kurbanı yapılacakları bir denklemdir bu. İşte sırf bu yüzden, bu kavga, geceyi devirdiği fabrikadan çıktığı güneşli bir sabah evine ekmek bile götüremediğinden utanacak babalara, evini bile ısıtamamaktan kapıldığı ümitsizlikle çocuklarını bir ipin ucunda terk edecek analara, evinde veya sokakta tecavüze uğrayan kız çocuklarına, kadınlara ağlamamak için verilen kavgadır! Ağlayarak kendimizi temize çekme acizliğine düşmemek için verilen kavgadır! Hak vermeyecekler, sadece sen istersen alabileceksin!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder