Tiyatrolarla ilgili tartışmayı başlatmış olan İskender Pala, “sanat sepet” işlerinde “fikir geliştirme öncülüğü” icazeti almış olmalı ki, Zaman gazetesindeki köşesinde “muhafazakarın sanat manifestosu” adlı bir yazı kaleme almış. İskender Pala, herhangi bir “sanat manifestosu” okumamış olduğu için “sanatı tanımlayan” bir manifesto yazılabileceğini zannediyor. Bir sanat dalına elbette "ideolojik bir çerçeve" çizmek olasıdır elbette ama sanat alanındaki “manifestolar” sanatı bütüncül olarak tanımlamaz (tanımlayamaz), ele aldıkları alanda sanatsal üretim biçiminin temel ilkelerini ortaya koyarlar (gerçeküstücülük, dada, doğalcılık, kinegöz vs.) Dahası, İskender Pala gibi, sanat dallarını bir üst bakışla kavrayan bir “sanat anlayışı” varsaymak gülünçtür. Yani “toplam bir sanat anlayışı belirleyeyim, buna göre heykel, resim, tiyatro, sinema, edebiyat yapılsın” anlamına gelecek sözler sarf edebilmek, hele de sanatta “estetik seviye” saptamaya kalkışmak için kişinin sanatla yakından uzaktan ilgisinin bulunmaması gerekir.
Şunu içtenlikle söylemeliyim ki
“muhafazakar” yazarların metinlere cevap vermek çoğu zaman
kolay olmuyor çünkü “dünyanın, öküzün boynuzunda
durmadığının” açıklaması oldukça uzun. Neyse ki bu sefer
İskender Pala “maddelemiş” sağolsun, kolaylık oldu... Her
yazılıp çizileni ciddiye almamakta elbette yarar var çünkü en
densizce, en saçma sapan açıklamalar, sırf cevap verilmiş
olduklarından dolayı bile sanki tartışılmaya değer oldukları
izlenimi uyandırabilir. Ancak bu kez, durum farklı. AKP'nin "sanat sepet" işlerindeki ideoloğu İskender Pala'nın metni, gündelik kelimelerden kırpıp kavramlar üretmeye çalışan kişinin nasıl bir resmin konusu olduğuyla ilgili. Bu resme verilecek cevaplar var.
Öncelikle yazısının girişinden
başlayayım;
“Bence muhafazakâr sanatı
tartışmadan evvel muhafazakârlık kavramını tartışmak
gerekiyor. Çünkü tartışmanın muhalif tarafına göre
muhafazakâr, "her şeyi din penceresinden gören, yalnızca
dini referans alan kişi"lerden ibaret bir kimliğin adı. Oysa
kültür ve sanat alanı için muhafazakâr "Milli, manevi
değerlere, eserlere, âdet ve geleneklere bağlı olan, onları
korumak, yaşatmak, devam ettirmek isteyen (Kubbealtı Sözlüğü,
II, 2115)" kişidir.
Tartışmak gerekiyor deyip Kubbealtı
Sözlüğünün tanımıyla bağlamış. İskender Pala'nın
“tartışmak” ediminden ne anladığı ancak sözlük tanımına
varabiliyor. “Milli, manevi değerler, adet ve geleneklere
bağlılık” tanımı bir toplumda kurumsallaşmış olan baskın
dinin dayattığı değerlerden ayrılabilir mi? Dahası bu tanım
doğrudan doğruya “milliyetçi-muhafazakar” ideolojiyi
oluşturan, üstelik bu ideolojinin kendisini tarif ederken
kullandığı “siyasi” tanımlama değil mi? Kaldı ki sanat
tarihini taradığınızda “muhafazakâr” diye bir
kavramsallaştırma bulamazsınız, bulabileceğiniz tek tanım
“gelenekçidir” ve gelenekçi ifadesi de sanatçının “dini
veya siyasi” görüşüne bir gönderme içermez. Örnek olarak
vereyim, Salvador Dali “gerçeküstücü” bir ressamdır ama
Troçkist Andre Breton'un yol arkadaşı olarak başladığı siyasal
seçiminde yolu Franco'nun yanında “Ben faşistim” diyerek
bitirmiştir (Gerçeküstücülük manifestosunda Troçki'nin de
imzası vardır). Faşist romancı, Katolik ressam, komünist şair
elbette vardır, “toplumcu gerçekçi edebiyat”, “yenigerçekçi
sinema”, “izlenimci resim”, “lirik şiir” de görebilirsiniz
ama “Faşist edebiyat”, “Katolik fotoğrafçılık”,
“Protestan opera”, “komünist şiir” göremezsiniz, çünkü
daha önce İskender Pala gibi sanat ve sanat tarihi konusunda en
ufak bir bilgi kırıntısına ihtiyaç duymadan kavramsallaştırma
ve tanım üretme yoluna giden başka bir deha çıkmamıştır. Her
konunun uzmanı İskender Pala elinde bir demet samanla gelip bizi
bunların buğday başağı olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Diğer taraftan muhayyilesinin derin ama bilgi düzeyinin sığ
olduğu, “kültürü” ve “sanatı” yapışık ikizler olarak
“kültür ve sanat” biçiminde ifade etmesinde görülebiliyor
çünkü bu cümledeki “kültür” kavramı herhangi alan tanımını
(örneğin sosyolojinin) içermemekte ama gündelik hayattaki
genelgeçer anlamını korumakta. Bir muhafazakârın “kendisine
ait” gördüğü “kültür varlığını” nasıl
tanımlayabildiğini örneğin Topkapı Sarayı Müdürü Yusuf
Benli'nin 3. Selim'e ait tahtı lojmana taşıtmasından veya IV.
Louis'nin masasında kahvaltı etmesinden (Neyse ki taht taşıtmasının
fotoğraflı kanıtı vardı da görevden alındı),
“ötekileştirdiği” kültür varlığını da örneğin Çevre
ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun Allinoi Antik kenti için “Roma
döneminden kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında.
Birkaç yüzyıl daha toprak altında kalmasının bize göre bir
mahsuru yok” demesinden (Allinoi'nin üzerinin kumla örtülmesini
hatırlayalım) veya Melih Gökçek'in heykele tükürme sevdasından
anlayabiliyoruz.
Sanatta terimleşen söz
“muhafazakarlık” değil, “gelenekçiliktir”. Sanat
dallarında, o sanat dalının “değerli” görülen ana akımına
tutunmuş olan sanatçıya “muhafazakar” değil, “gelenekçi”
denir. Diğer bir ifadesiyle sanat dalındaki “gelenekçi” tavır,
ana akımla ve bunun kurumsal yapısıyla sanatçının eserini
oluşturmada benimsediği yönelimle birlikte uzlaşmasının adıdır.
Yani sanatçının kişiliğinin değil, “eserinin” konumunu
gösterir. (Emin olun ahkam kesmiyorum, İskender Pala'ya bölme,
toplama, çarpma, çıkarma öğretmek kadar basit bir şey
yapıyorum, konuyu derli toplu bilen herkes, bunları, üstelik çok
daha olgun ifadelerle dile getirebilir). Bunu tam tersinden de
düşünebilirsiniz; örneğin Caravaggio'nun Rönesans içindeki
ayrıksılığı ve önemi, eşcinsel oluşu, sokak dövüşünde iyi
bıçak kullanmasından veya Meryem Ana figürü için Floransalı
fahişelere poz verdirmesinden değil, eserlerindeki kompozisyonda
ışığı (daha doğrusu karanlığı) kullanma biçiminden,
figürlerinin “hareketlenmesinden” (figüre, belli bir tavrın
pozuyla değil de bir eylemlilik içindeki belli bir kesitte tanık
olmamızdan) kaynaklanır.
Diğer bir alıntı;
“Bu ikinci tanıma göre ben bir
muhafazakârım. Bu kimliğimle "muhafazakâr sanat" yerine
(çünkü bu adlandırmayı sınırlayıcı buluyorum) bir
muhafazakâr olarak sanatı tanımlayan 20 maddelik bir manifestoyu,
aklıma hemen geliverdiği biçimde ve olabildiğince net yazacağım.”
Sanatı bütüncül olarak tanımlayan
bir manifestonun anlamsız olduğunu yazımın başında belirttim,
bir kez daha tekrarlamama gerek yok, ancak sanatta manifestonun belli
bir yol ve yordam tarifi olduğu düşünülürse İskender Pala gibi
“akla hemen geliverdiği biçimde” bir metin döşenip adına
manifesto demeyi ancak ve ancak “kendi bokunda boncuk bulmakla”
eşleyebiliriz.
Şimdi maddelere geçelim.
1. Muhafazakâr sanat (MS),
geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun
öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur.
Halbuki açık bir dille “Muhafazakar
sanat, cumhuriyetin ilanıyla travmatik bir biçimde Osmanlı'dan
koparılmış bir toplumun Yeniosmanlıcılık ile barışma
çabasının estetik boyutudur” diye yazabilirdi. İktidara bu
kadar yakınken niye bu kadar çekingen davranıyor anlamadım. Bu
maddeyle İskender Pala, AKP toplumu piyasacılığa, köleleşmeye
ve yozlaşmaya sürüklerken muhafazakarlar neden “sanat”
başlığında üstlerine düşeni yapmasınlar demek istiyor olmalı.
Şu halde muhafazakar sanatın konusu belli oldu; Yeniosmanlıcılık
güzellemesi.
Not: “Geçmişiyle bağları
travmatik biçimde koparılmış” ifadesini daha önce AKP'nin
Ayasofya Müzesi Başkanı olarak atadığı Doç. Dr. Haluk Dursun
Ayasofya'nın müze oluşu hakkında konuşurken söylemişti: “Bir
cinnet, boşluk ve kırılma döneminin eseri". İskender
Pala'nın estetik boyut kavramı “camiye çevirme”den geriye
kalan tortudur.
2. MS, toplumun kendi kimliğinden
kaynaklanıp bağrında görünür kılınan sanattır.
“Toplumun kendi kimliği”,
“toplumun bağrı”.... Açıklanmaya gerek olmadığı kanısı
uyandıran, yani anlamlıymış gibi görünen içi boş kavramlar
üretmek ne kadar hoş duruyor, “zengin” gösteriyor. Biz buna
sosyolojide “ayaküstü sosyoloji yapmak” diyoruz; yani herhangi
bir yöntemsellik, verilendirme ve epistemolojik çerçeve kaygısı
gütmeden, köksüz genellemelerle bir olguyu açıklıyormuş gibi
görünmek. İki türlü yapılabilir; a) Alana ait, varolan ve kabul
görmüş terim ve kavramsallaştırmalarla b) Burada söz konusu
olduğu gibi, herhangi bir toplum bilimi dalının terminolojisinde
bulunmayan, yani terimleşmemiş gündelik kelimeleri veya tanımları
yine gündelik dilin retoriğinde hedef kitlenin en kolay
alımlayabileceği kalıplarla kullanmak (İskender Pala'nın bu
cümlesini Bourdieu'nün “Doxa” tanımıyla da ele alabiliriz).
3. MS, ekonomik gelişmişliği 16.
sırada ama insani gelişmişliği 92. sırada olan bir milletin,
yapısal değişikliğini tamamlayabileceği ve özgürce kendini
ifade edebileceği bir estetik alandır. Irmağın tabii seyrini
bulmasına engel olanlara ve yapay surette değiştirmek isteyenlere
ürettikleriyle karşı çıkar.
Yoksa ekonomik gelişmişlikten kasıt,
ülke kaynakları sermayeye peşkeş çekilirken her şeyin ama her
şeyin “özelleştirilmesi” mi? Yoksa insani gelişmişlikten
kasıt Sivas, Maraş katliamları mı? Sivas katliamının aranan
sanıklarının karakolun arka sokağında oturmaları mı? Alevi
evlerine çarpı işareti konması mı? Yoksa kız çocuklarına
devlet kademesindeki görevlilerin dahi olduğu onlarca erkeğin
tecavüz etmeleri ve tecavüze uğrayan 12 yaşındaki kız
çocuklarında “rıza” imal edilmesi mi? Yoksa “erkeklerle
konuşuyor” gerekçesiyle canlı canlı babaları tarafından
kümesin altına gömülmeleri mi? Yoksa bir poşuya 12 yıl hapis
cezası mı? Yoksa Hırant Dink cinayeti davası mı? Yoksa Festus
Okey cinayeti davası mı? Yoksa “delil yoksa cemaatin
kontrgerillası üretir” davası olarak Ergenekon mu? Yoksa KCK
operasyonları adıyla içeri tıkılan gazetecilerin “tecavüzcü,
terörist” ilan edilirken savcılıkta “O haberi neden yaptın?”
türünden sorularla sorgulanmaları, hiç ilgisi olmayan bir kitabın
çeviri taslağının savcılık iddianamesine girmesi mi? Zehirlenen
çocuklar için “Belki de ilk kez süt içiyorlardır” demek mi?
Ülkenin “insani gelişmişliğinin 92. sırada olmasından” bu
sorularla rahatsız duyulmayacaksa, İskender Pala neyin
rahatsızlığını duymaktadır?
İkinci cümledeki “yapısal
değişiklik”, cemaatin cumhuriyeti tasfiye ettiği “yeşil”
Türkiye, “ırmağın tabii seyrini” bulması da Türkiye'ye
biçilen ABD'nin Ortadoğu bekçiliği değilse nedir?
4. MS, üretimleriyle toplum
barışına, aydınlanmasına, maddi-manevi gelişimine katkı
sağlamayı amaç edinir.
Neyi kastettiğimizin hesabını
vermedikçe yine “zengin” gösteren kavramlar dizisi; toplum
barışı, aydınlanma, maddi-manevi gelişim... Pembe panjurlu bir
ülke, sevgi-saygı içinde yaşama, sağlıklı bireyler, hayat ne
güzel, çiçekler, böcekler filan...
5. MS, özgürlüğün ve özgür
ortamların her sanatçı için kaçınılmaz olduğunu ön şart
kabul eder. Ancak sanat adına yapılmış bayağılığa,
kalitesizliğe ve ayrımcılığa karşı çıkar.
6. MS, sivildir; devlet eliyle
kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı
sağlamasından yanadır.
İskender Pala'nın kafasında “sanat
adına yapılmış ayrımcılık, bayağılık ve kalitesizlik”
apaçık olduğuna göre, herhangi bir durumda “Hocam bu eser eser
midir, eserse caiz midir?” diye baştan sorarsak sanırım herhangi
bir sorun yaşanmaz. Gerçi ben “sanat adına yapılmış
ayrımcılığı” anlamadım ama İskender Pala biliyordur, zaten
ona soracağımız için anlamamız gerekmiyor.
Üstelik ne
kadar “demokrat”, sanatın devlet eliyle kontrolüne karşı
çıkıyor. Tabii Şehir Tiyatroları'nın repertuarının
belirlenmesinin AKP eliyle bürokratlara verilmesi elbette devlet
eliyle kontrol değildir, biz kötü düşünüyoruzdur değil mi?
İşin sırrı İskender Pala'da... “Devlet patronluğunu” hayata
geçirmek için gerçeği tersyüz edeceksin. Devletin sanata zorunlu
bütçe ayırmasına tu kaka diyip “Devleti” sponsor yapacaksın
ki, devlet “istemediği içeriğe” para harcamasın. İskender
Pala “özgür ortamların her sanatçı için kaçınılmaz
olduğunu” da kabul etmiş.
Bu ülkedeki sağcı
yapılanmasının bu ülkenin ilerici şairini, romancısını,
müzisyenini, tiyatrocusunu hapse attığını, katlettiğini,
tiyatro oyunlarını bastığını, heykel kırdığını unutabilsek
bile, örneğin, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın 2011 yılında
bir sergide, figüratif olmayan bir heykeli “müstehcen bulması”
bu özgürlüğün geleceğinin nasıl bir güvence altında
olacağına dair fikir verebilir.
8. MS, halk ile kavga etmez. Bu bakımdan İngiltere'deki muhafazakâr sanat ortamını destekler ve mesela nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.
Sivas katliamının “aklayıcılarının”
kullandığı dile benziyor. “Aziz Nesin topluluğu tahrik etti,
halk rahatsız oldu... Rahatsızlık duyanlar, YAKTI!” Bu değerlere
gündelik hayatta şu örnekler geliyor aklıma; “İşverene karşı
çıkmak, grev yapmak günahtır” diye fetva veren imamın sermaye
uşaklığı değeri. İnsanlık suçuna, tecavüze “Tahrik oldum”,
“12 yaşındaydı karşı çıkabilirdi ama rıza gösterdi,
isteyerek sevişti” savunması yapma değeri. “Onur”-”Şeref”
sözlerini cinsel organa asıp, çıkar ve rant ilişkilerinde el
etek öpmenin değeri. “Kâr payıyla” dikilen apartmanın
kapısına “Mülk Allah'ındır” yazıldığında hissedilen iç
huzurun değeri. Buhari'nin muştuladığı biçimde Cennet'te 100
tane huriye sahip olacağımıza emin olmanın değeri. Belki de
kökleri eskilerdedir? Örneğin “Yarin dudağından gayri her
şeyde ortak” diyen Torlak Kemal'i, Şeyh Bedrettin'i, binlerce
Bedrettin isyancısını öldürmenin değeri.
Ama tabii daha en baştan ne
söyleyeceğimizi ne yazacağımızı İskender'e sorarsak sorun
çıkmayacaktır. Bence böyle de yapmamız gerekebilir, maazallah
“rahatsızlık duyup tahrik olarak tecavüz edebilirler,
yakabilirler.” Değerli insanları günaha sokmamak için azami
çaba gösterip önlerinden kaçışırsak sanırım toplum barışını
da sağlamış oluruz.
Not: “İngiltere'deki muhafazakar
sanat ortamı” da yine İskender Pala'nın kafasındaki tanımlardan
biri olsa gerek. Ancak biliyorsunuz, bilgiye yakın lmaktansa
ortamlara yakın olmanın getirisi daha fazladır.
9. MS, Batı'yı reddetmez,
metodoloji ve üretimlerini kabul eder, ama ruhuna mesafeli yaklaşır.
Neyin metodolojisi (yöntembilimi)?
Örneğin Özal ve sonrasında AKP'nin de devam ettirdiği gibi,
sanayi tarımının melez tohum “metodunu” kabul edip ülke
tarımını bitirme noktasına getirmeyi kabul etmek mi? Batı'nın
“ruhu”? Ben tuz ruhuna mesafeli yaklaşılmalı diye biliyordum.
Eskiden biraz farklı söylenirdi; “Batı'nın iyi taraflarını
alacağız.” Yalnız teşbihte bir tıkanıklık var, naçizane bir
öneride bulunacağım; “Batı bir elmadır. Çürükleri alınırsa
yenebilir.”
10. MS, söz gelimi Fuzuli veya Dede
Efendi'yi, Şekspir yahut Molier'i, Brahms veya Vivaldi'yi, Kurosawa
yahut Coppola'yı bilir ama onların bilmem kaçıncı taklit
versiyonunu üretmek yerine bir Fuzuli, bir Molier, bir Vivaldi yahut
Coppola olma idealiyle kendi eserini üretir.
Ana Britannica'dan bakıp “büyük
sanatçı” ismi sıralamaya kalkışan kişinin düştüğü gülünç
durum işte budur. Demek Fuzuli'yi bileceksin, kahir ekseriyeti
Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden
rahatsızlık duyarak “Moliere” olma idealiyle kendi eserini
üreteceksin. Moliere Kilise tarafından “iman sahiplerini yoldan
çıkarmakla” suçlanmış, “Tartuffe” oyunu Kilise tarafından
yasaklanmıştır. İskender Pala'ya Moliere'in gülebileceği yerden
gülüyorum. Aynı yerden Aziz Nesin de gülecektir. Şekspir'in
örtük cinsel ifadelerinin ne anlama geldiğine ise hiç
değinmeyeceğim ama İskender Pala sanatın “Çıplak Hakikat”ine
pek yaklaşmasa daha iyi olur, günaha girer vallahi...
11. MS, Mehmet Akif veya Necip
Fazıl'a kapılanıp kalmadan Nazım Hikmet veya Orhan Kemal'i,
Karacaoğlan veya Şeyh Galib'i, Dostoyevski veya Dante'yi vb.
harmanlayarak üretim yapma idealini taşır.
İskender Pala'nın Ana Britannica'dan
isim sıralaması devam ediyor; Yani Nazım Hikmet'in şiirinde
doğrudan doğruya dile getirdiği sosyalizm mücadelesine Dante'nin
Tommaso'cu (Aquinalı) Katolik doktrinini tahta kaşıkla ağır ağır
yedirip, buna Karacaoğlan'ın Osmanlıca ve Osmanlıcı olmayan
sözlerini ekleyip, Şeyh Galip'in nokta-i süveydası ile nur-ı
Muhammedi arasından “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin
sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” anlayışını
serpiştirip, Dostoyevski'den müslüman zulmünü (2) karıştırarak
ağır ateşte 45 dakika pişireceğiz. İskender Usta 250 gram
kuşbaşı koysaymış güzel türlü olurmuş. “Ev yemekleri”
dükkanı açmayı düşünmeli. Yiyecek işinde her zaman para var.
Ama gerçi liselerde, edebiyat öğretmenleri, çağın “en büyük
iki edebiyatçısından biri” olarak çocuklara İskender Pla
kitapları aldırdığından, edebiyat da yeterince “sakal”
bırakıyor olmalı.
12. MS, -klasik olanın her daim
yoruma açık oluşu ilkesinden hareketle- klasik anlayış, sanat ve
kültürü aynen tekrar veya taklit yerine, yeniden yorumlayıp
üretme azmindedir.
“Klasik” sözü “sanat” veya
“felsefe” terimi olarak kullanıldığında sadece “Antik Yunan
ve Roma dönemi eseri veya felsefesi” anlamında kullanılır.
Bunun dışındaki kullanımlar, kimi eserlerin “büyüklüğünü”
veya akademik anlamda kabul görmüşlüğünü ifade eder.
Dolayısıyla “Klasik anlayış” diye bir tanım icat edecekseniz
öncelikle bir üslubu tanımlar nitelikte bir “döneminiz”,
hattâ bir de tarihsel dönem ve üretim olarak klasikçiliğiniz
(klasisizm) olmalı. Kendi sanat tarihinizde örneğin “Klasik Türk
Müziği” veya “Klasik Türk Resmi” kategorisi yaratmış
olmanız müzikte ve resimde klasik bir estetik anlayışınızın
olduğu anlamına gelmez. Tabii muhafazakar İskender Pala yazısının
başında da belirttiği üzere “hemen aklına geliverdiği gibi”
yazdığından böyle önemsiz ayrıntılarla uğraşmaya vakti
olmamış.
Hani bayramda seyranda aile
ziyaretlerine gidildiğinde, aslında akraba olmak dışında
birbirini hiç tanımayan insanların “en zararsız şekilde sohbet
konusu açma” girişiminin bir parçasını oluşturan “Efendim
ben anlamıyorum bu Avrupa hayranlığını, halbuki bizde her bi'şey
var” cümlesinin farklı bir biçimi, geçelim...
14. MS, kendi dinamiklerini tükettiği için bizim coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı sanatçısından evvel davranıp kendisine ait olanı aynı kalitede üretmekten yanadır.
“Abi Batı sanatta bitmiş, gelip
gelip bizden faydalanmaya çalışıyollalmış” olarak yazılsaydı
daha iyi anlaşılabilirdi, anlamlı bir şey söyleniyormuş gibi bu
kadar kürek çekmeye gerek yoktu. Dur ben bir oralet söyleyeyim de
öyle konuşalım. (Oralet geldi, konuşabiliriz).
“Kendi dinamiklerini tükettiği
için...coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı
sanatçısı” ifadesinden “Batı sanatçısı” (doğrusu Batılı
sanatçı olacak) ancak “Batı'nın bütün sanat alanlarındaki
bütün sanatçıları” genellemesi olarak anlaşılabilir, bu
kadar büyük bir kategorik genellemeyi ise belli bir birikim sahibi
kişi değil, üzerine konuştuğu alanı ölçüsüzce indirgeyecek
kadar cahil biri (mürekkep yalamış kişinin cehaleti) yapabilir.
Hangi sanat alanının hangi “dinamikleri” tükenmiş de
haberimiz olmamış acaba? Batılı sanatçının sinek gibi
üşüşeceği kadar değerli muhteşem “ürünlerimiz” neler
acaba? İskender Pala'nın tanımlarının herhangi bir ölçüsü
olmadığı gibi sanat eserinin niteliğini de bir sanayi standardı
zannediyor olmalı ki “aynı kalitede üretmek” ifadesini
kullanabiliyor. Ama tabii kalitenin ne olduğunu İskender Pala bize
söyleyeceğinden dolayı bu türden önemsiz ayrıntılar üzerinde
durmamıza gerek yok.
Yeri gelmişken tiyatrodan bir örnek
vereyim; 15. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali'nde Peter
Brook'un “Sizwe Banzi Öldü” adlı oyunu sahnelenmişti. Bu tek
kişilik oyun, anlatıcının rejide ele alınış biçimi
düşünüldüğünde “meddahın” çağdaş sahnedeki, daha doğru
ifadesiyle “arıtılmış” (stilize) sahnedeki çağdaş bir
yorumu olarak düşünülebilir. Ancak bu sahnelemeyi “Peter Brook
bizim meddahı kullanmış” basitliğiyle ele almak mümkün
değildir, çünkü öncelikle sahnenin nasıl arıtılacağı başlı
başına bir sorundur, dahası nasıl bir “oyunculuğun”
kullanılacağı sorununun da “meddahın yaptığı taklitle” bir
ilgisi yoktur. Bu tür sorunları aşabilmek, dramatürji ve
oyunculuk kuramı bilgisi gerekir.
Not 1: Tiyatro alanında “stilize”
denir, ben “arıtılmış” olarak kullanıyorum.
Not 2: Sanat-sermaye ilişkisi için
bugünün sanatının varoluş biçiminin iyi bir
çözümlemesi-eleştirisi olarak “Kültürün Özelleştirilmesi”
(Chin Tao Wu) okunmasını bir kez daha öneririm.
15. MS, -kendisi muhafazakâr
olmayan sanat platformlarında hep yok sayılsa ve dışlansa da-
muhafazakâr olmayan sanat ürünlerini eleştiren ama asla
dışlamayan sanattır.
Sadece dışlamakla kalmamalı aynı
zamanda fırsat buldukça sürtünmelidir, bakarsın bir sanat
kavrayışı geçer. Belki de yastığının altına koymalı,
uyurken kafana bir sanat anlayışı girebilir. Böyle yolları
denemekte fayda var. (Bkz. 20 maddenin cevabı)
16. MS, Tanpınar'ın ifadesiyle
değişerek devam eden ve devam ederek değişen tabii bir
organizmanın Yahya Kemal dilinden kökü mazide olan atisidir.
18. MS, geleneği sorgular ve yorumlayarak çağdaş birikime katar.
Az önce de değinmiş olduğum üzere,
“Ne demiş filozof, bir şey biliyorum o da hiçbir şey
bilmediğimdir” türünden içi boşaltılmış, yani bağlamını
serimlemeyen kalıplarla gündelik hayatta anlamlı bir şey
söylemeye çalışıyormuş gibi görünmeye çalışmaktan öte bir
anlamı yok. Kubbealtı Sözlüğü tanımıyla “sanattaki
muhafazarlığın” tanımına “geleneği korumak ve devam
ettirmek” olarak son noktayı koyan İskender Pala'nın burada
birden muhafazakara “sorgulamak” ve “yorumlamak” payı
biçmesinden çıkarılabilecek bir anlam yok.
Ancak, metni uygun biçimde yeniden
düzenlersek, muhafazakar bir şirket sahibi rahatlıkla internet
sitesine koyabilir. Şöyle ki;
Tarihçemiz: Kökü mazide olan tabii
bir organizmanin atisi olarak kurulduk.
Vizyonumuz: Medeniyet bakış açısı
ve zengin tarih/kültür mirası
Misyonumuz: “Dengeli madde-mana
medeniyeti üretmek”.
Başarı öykümüz: “Çağdaş
birikime katılmak”.
19. MS, medeniyetin ve modern çağın
bütün imkân ve tekniklerini, bilgi ve enstrümanlarını
kullanarak eser üretir ama o esere ruh üflerken kendi geçmişinden
ilham alır. (Yediden yetmiş yediye Barış Manço'yu hatırlayınız.
Onu bu yüzden sevmiştik.)
Barış Manço'nun “Yediden Yetmiş
Yediye” adlı televizyon programını “sanat eseri” olarak mı
kabul edeceğiz, yoksa Barış Manço'nun yaptığı müzikte
org-gitar ve kayıt stüdyosu kullanmasına bakarak “Modern çağın
bütün imkan ve tekniklerinin, bilgi ve enstrümanlarının
kullanılmasını” mı göreceğiz veya 5/8 (Türk aksağı) ile
8/8 (Müsemmen) ölçülerinde yazılmış parçalarına bakarak
“geçmişten ilham alınmış” mı diyeceğiz? Yoksa İskender
Pala'nın da çoğunluğumuzun mustarip olduğu “müzik eğitimi
eksikliğine” kurban gittiğini mi saptayacağız? Yok canım,
gülüp geçelim buna da artık...
Burada “Muhafazakar Sanat (....) olduğunu bilir” ifadesiyle “kişileştirme” tabir edilen söz sanatından faydalanmış İskender Pala ama yanlış faydalanmış. Sanata “muhafazakarları” bilecek bir bilinç atfetmek yanlış, muhafazakarlarda “sanatı” bilecek bir bilinç olmalıydı. Kaldı ki “muhafazakar sanatı” bu şekilde kişileştireceksek ortada bir “muhafazakar sanat” olmalıydı. Oysa İskender Pala yazısına şöyle başlamıştı: “Sayın Mustafa İsen'in "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz". Yazısının başında var olmadığını söylediği “Muhafazakar sanatı” dünyanın en gülünç manifestosunun sonunda oldurmakla kalmamış, tarihsellik kazandırıp “Muhafazakarların sanat eserlerinde doğru dürüst bir anlayış ve gelişmiş bir estetik seviye yoktur” yavesini tartacak hale de getirmiş. Demek ki çok önemli “muhafazakar” heykeltraşlar, ressamlar, dramaturglar, besteciler, tiyatro oyunu yazarları var da biz bilmiyoruz, bir akım kapayıp bir akım açıyorlar. Ben yine de İskender Pala'yı sevmeye başladım, kafa dengi olanlar gibi en azından yakarak değil güldürmekten öldürüyor. Muhafazakarın "demokrasi" anlayışı için "güldürerek öldürmek" büyük atılım sayılır.
Biraz geriye gidelim; Şehir
Tiyatroları'nda sergilenmiş olan “Gündelik Müstehcen Sırlar”
oyununa. Bir seyircinin, bir eser üzerindeki söz hakkı
“Beğenmedim, kötü, iğrenç” olabilir elbette, hiçbir
itirazım yok, yalnız, örneğin bir tiyatro oyununu eleştirmek,
ancak tiyatro bilgisiyle, dramaturji ve oyunculuk kuramı bilgisiyle
olur; öznel beğeniyi “eleştiri” ile yer değiştirecek
değiliz. Tiyatro oyununa başka açılardan yaklaşmanın adına her
şey denebilir, “ahlaki açıdan yaklaşmak” denebilir, “siyasi
açıdan yaklaşmak” denebilir, başka başka şeyler denebilir ama
“eleştirmek” denemez. İskender Pala'nın kaşıdığı yer tam
da burası çünkü “beğeni” ve “eleştiri” gündelik
hayatta birbiriyle eş anlamda kullanılan iki farklı kavram. Ne
yazmıştı İskender Pala bu oyun hakkında? “Devlet parasıyla
bayağılık”, peki daha sonra ne demişiti A Haber'deki bir
programda? “Eleştirdiğim oyunu izlemedim, tekstini okudum”.
(Okumuş ve zerre anlamamış ama bu da ayrı bir yazının konusu)
Bu muhafazakarın, tiyatro metninin tiyatro oyunu olmadığını
bilemeyecek kadar zavallı durumda olmasını bir tarafa bırakalım,
herhangi bir sanat eserini değerlendirebileceği en ufak bir bilgi
kırıntısına bile sahip olmamasının da ötesinde, dün “Günlük
Müstehcen Sırlar” adlı oyuna küfür ederken aslında “neye
izin verilmemesi” gerektiğine işaret ediyordu, bugün de bu
uyduruk metniyle sanata çizilecek hareket alanının ne olacağına,
dahası sanatın neyle ikame edileceğini işaret ediyor. Sanatın
somut varlık alanlarının muhafazakarlaştırılmasına, dahası
muhafazakarlık adıyla dinci gericiliğin siyasi aygıtı tarafından
zapturapt altına alınmasının değnekçiliğini üstlendiği
besbelli olan İskender Pala işi bu kadar uzatacağına “Sanat
sepetle uğraşıyorsanız, en yakındaki muhafazakara sorun ve
dediğini yapın” deseydi daha kısa ve öz olmaz mıydı? (Bana da
yazık, ne kadar uzun yazmak zorunda kaldım.)
SONSÖZ:
Bir alıntı daha yapayım;
“Bunun sebebi, Maslow'un yahut İbn
Haldun'un, zaruri ihtiyaçlar ile kemali ihtiyaçlar teorilerinin
gösterdiği ekonomik yeterlik eşiğinin yükselmesidir.”
İskender Pala, ikinci bir Taha Akyol
olmaya aday, gerçi boynu kulağı geçer derler... Taha Akyol da
“ayaküstü sosyolojiyi” olağanüstü bir cahillikle yapma
konusunda uzman. Örneğin geçenlerde bir yazısında, Weber'in
“Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” eserinden çocuksu bir
heyecan duymuş olacak ki, “Weber haklı çıktı” diye bir yazı
yazmış. Sosyolojiden bu kadar uzak olan kişinin de hitap ettiği
kitlenin, iyi bir örnek vermek gerekirse, “Marx” adından
Marks&Spencer markasını anlayacak olanlar olduğunu uzun uzun
irdelemeye gerek yok.
Maslow bir gelişim psikoloğu ve
Maslow'un “gereksinimler hiyerarşisi” kuramı ile İbn-i
Haldun'un göçebelik ve yerleşiklik ekseninde “asabiyet”
(“asebe” kökünden geleni, diğeri değil) kavramını merkeze
yerleştirerek ele aldığı birey ve toplum ilişkisini anıştıracak
en ufak bir yapısal benzerlik yok. Birbirinden farklı yaklaşımlarda
kategorik genellemeler yaparak (kavramsal çerçeve ve yaklaşım
yönteminin özgüllerini hesaba katmadan eşleştirmek) benzerlikler
icat etmek yöntemsel düşünceye, dahası insanlık birikimine
hakarettir. Bu hakaret de en çok, eşitsiz toplum yapısında
“öğrenimden” mahrum kalan bireyler değil, mürekkep
yalamışlıklarını gösterişli edalarıyla seçkin bir birikim
olarak pazarlamaya kalkışan “Ben neyimcilerden” gelir.
(Bourdieu'ye selam, yola devam).
(*) Bkz. Dostoyevski, “Bir Yazarın
Günlüğü”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder