Naylondan korkularımıza karşı gerçek hayatta mücadele için!

Bu internet günlüğündeki bütün yazılar gelişme halindeki metinlerdir; sürümün güncellenip güncellenmediğini sondaki harften takip edilebilir.

6 Haziran 2012 Çarşamba

Kağıdın köşesi, köşesinin yazarı, muhafazakarın sanatı veya “Sen'at İskender Pala, sanat tutar!” (sürüm no: 07H12a)


Tiyatrolarla ilgili tartışmayı başlatmış olan İskender Pala, “sanat sepet” işlerinde “fikir geliştirme öncülüğü” icazeti almış olmalı ki, Zaman gazetesindeki köşesinde “muhafazakarın sanat manifestosu” adlı bir yazı kaleme almış. İskender Pala, herhangi bir “sanat manifestosu” okumamış olduğu için “sanatı tanımlayan” bir manifesto yazılabileceğini zannediyor. Bir sanat dalına elbette "ideolojik bir çerçeve" çizmek olasıdır elbette ama sanat alanındaki “manifestolar” sanatı bütüncül olarak tanımlamaz (tanımlayamaz), ele aldıkları alanda sanatsal üretim biçiminin temel ilkelerini ortaya koyarlar (gerçeküstücülük, dada, doğalcılık, kinegöz vs.) Dahası, İskender Pala gibi, sanat dallarını bir üst bakışla kavrayan bir “sanat anlayışı” varsaymak gülünçtür. Yani “toplam bir sanat anlayışı belirleyeyim, buna göre heykel, resim, tiyatro, sinema, edebiyat yapılsın” anlamına gelecek sözler sarf edebilmek, hele de sanatta “estetik seviye” saptamaya kalkışmak için kişinin sanatla yakından uzaktan ilgisinin bulunmaması gerekir.
Şunu içtenlikle söylemeliyim ki “muhafazakar” yazarların metinlere cevap vermek çoğu zaman kolay olmuyor çünkü “dünyanın, öküzün boynuzunda durmadığının” açıklaması oldukça uzun. Neyse ki bu sefer İskender Pala “maddelemiş” sağolsun, kolaylık oldu... Her yazılıp çizileni ciddiye almamakta elbette yarar var çünkü en densizce, en saçma sapan açıklamalar, sırf cevap verilmiş olduklarından dolayı bile sanki tartışılmaya değer oldukları izlenimi uyandırabilir. Ancak bu kez, durum farklı. AKP'nin "sanat sepet" işlerindeki ideoloğu İskender Pala'nın metni, gündelik kelimelerden kırpıp kavramlar üretmeye çalışan kişinin nasıl bir resmin konusu olduğuyla ilgili. Bu resme verilecek cevaplar var.



Öncelikle yazısının girişinden başlayayım;

Bence muhafazakâr sanatı tartışmadan evvel muhafazakârlık kavramını tartışmak gerekiyor. Çünkü tartışmanın muhalif tarafına göre muhafazakâr, "her şeyi din penceresinden gören, yalnızca dini referans alan kişi"lerden ibaret bir kimliğin adı. Oysa kültür ve sanat alanı için muhafazakâr "Milli, manevi değerlere, eserlere, âdet ve geleneklere bağlı olan, onları korumak, yaşatmak, devam ettirmek isteyen (Kubbealtı Sözlüğü, II, 2115)" kişidir.

Tartışmak gerekiyor deyip Kubbealtı Sözlüğünün tanımıyla bağlamış. İskender Pala'nın “tartışmak” ediminden ne anladığı ancak sözlük tanımına varabiliyor. “Milli, manevi değerler, adet ve geleneklere bağlılık” tanımı bir toplumda kurumsallaşmış olan baskın dinin dayattığı değerlerden ayrılabilir mi? Dahası bu tanım doğrudan doğruya “milliyetçi-muhafazakar” ideolojiyi oluşturan, üstelik bu ideolojinin kendisini tarif ederken kullandığı “siyasi” tanımlama değil mi? Kaldı ki sanat tarihini taradığınızda “muhafazakâr” diye bir kavramsallaştırma bulamazsınız, bulabileceğiniz tek tanım “gelenekçidir” ve gelenekçi ifadesi de sanatçının “dini veya siyasi” görüşüne bir gönderme içermez. Örnek olarak vereyim, Salvador Dali “gerçeküstücü” bir ressamdır ama Troçkist Andre Breton'un yol arkadaşı olarak başladığı siyasal seçiminde yolu Franco'nun yanında “Ben faşistim” diyerek bitirmiştir (Gerçeküstücülük manifestosunda Troçki'nin de imzası vardır). Faşist romancı, Katolik ressam, komünist şair elbette vardır, “toplumcu gerçekçi edebiyat”, “yenigerçekçi sinema”, “izlenimci resim”, “lirik şiir” de görebilirsiniz ama “Faşist edebiyat”, “Katolik fotoğrafçılık”, “Protestan opera”, “komünist şiir” göremezsiniz, çünkü daha önce İskender Pala gibi sanat ve sanat tarihi konusunda en ufak bir bilgi kırıntısına ihtiyaç duymadan kavramsallaştırma ve tanım üretme yoluna giden başka bir deha çıkmamıştır. Her konunun uzmanı İskender Pala elinde bir demet samanla gelip bizi bunların buğday başağı olduğuna inandırmaya çalışıyor. Diğer taraftan muhayyilesinin derin ama bilgi düzeyinin sığ olduğu, “kültürü” ve “sanatı” yapışık ikizler olarak “kültür ve sanat” biçiminde ifade etmesinde görülebiliyor çünkü bu cümledeki “kültür” kavramı herhangi alan tanımını (örneğin sosyolojinin) içermemekte ama gündelik hayattaki genelgeçer anlamını korumakta. Bir muhafazakârın “kendisine ait” gördüğü “kültür varlığını” nasıl tanımlayabildiğini örneğin Topkapı Sarayı Müdürü Yusuf Benli'nin 3. Selim'e ait tahtı lojmana taşıtmasından veya IV. Louis'nin masasında kahvaltı etmesinden (Neyse ki taht taşıtmasının fotoğraflı kanıtı vardı da görevden alındı), “ötekileştirdiği” kültür varlığını da örneğin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun Allinoi Antik kenti için “Roma döneminden kaldığına göre, yıllardır demek ki toprak altında. Birkaç yüzyıl daha toprak altında kalmasının bize göre bir mahsuru yok” demesinden (Allinoi'nin üzerinin kumla örtülmesini hatırlayalım) veya Melih Gökçek'in heykele tükürme sevdasından anlayabiliyoruz.
Sanatta terimleşen söz “muhafazakarlık” değil, “gelenekçiliktir”. Sanat dallarında, o sanat dalının “değerli” görülen ana akımına tutunmuş olan sanatçıya “muhafazakar” değil, “gelenekçi” denir. Diğer bir ifadesiyle sanat dalındaki “gelenekçi” tavır, ana akımla ve bunun kurumsal yapısıyla sanatçının eserini oluşturmada benimsediği yönelimle birlikte uzlaşmasının adıdır. Yani sanatçının kişiliğinin değil, “eserinin” konumunu gösterir. (Emin olun ahkam kesmiyorum, İskender Pala'ya bölme, toplama, çarpma, çıkarma öğretmek kadar basit bir şey yapıyorum, konuyu derli toplu bilen herkes, bunları, üstelik çok daha olgun ifadelerle dile getirebilir). Bunu tam tersinden de düşünebilirsiniz; örneğin Caravaggio'nun Rönesans içindeki ayrıksılığı ve önemi, eşcinsel oluşu, sokak dövüşünde iyi bıçak kullanmasından veya Meryem Ana figürü için Floransalı fahişelere poz verdirmesinden değil, eserlerindeki kompozisyonda ışığı (daha doğrusu karanlığı) kullanma biçiminden, figürlerinin “hareketlenmesinden” (figüre, belli bir tavrın pozuyla değil de bir eylemlilik içindeki belli bir kesitte tanık olmamızdan) kaynaklanır.

Diğer bir alıntı;

Bu ikinci tanıma göre ben bir muhafazakârım. Bu kimliğimle "muhafazakâr sanat" yerine (çünkü bu adlandırmayı sınırlayıcı buluyorum) bir muhafazakâr olarak sanatı tanımlayan 20 maddelik bir manifestoyu, aklıma hemen geliverdiği biçimde ve olabildiğince net yazacağım.”

Sanatı bütüncül olarak tanımlayan bir manifestonun anlamsız olduğunu yazımın başında belirttim, bir kez daha tekrarlamama gerek yok, ancak sanatta manifestonun belli bir yol ve yordam tarifi olduğu düşünülürse İskender Pala gibi “akla hemen geliverdiği biçimde” bir metin döşenip adına manifesto demeyi ancak ve ancak “kendi bokunda boncuk bulmakla” eşleyebiliriz.

Şimdi maddelere geçelim.

1. Muhafazakâr sanat (MS), geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur.

Halbuki açık bir dille “Muhafazakar sanat, cumhuriyetin ilanıyla travmatik bir biçimde Osmanlı'dan koparılmış bir toplumun Yeniosmanlıcılık ile barışma çabasının estetik boyutudur” diye yazabilirdi. İktidara bu kadar yakınken niye bu kadar çekingen davranıyor anlamadım. Bu maddeyle İskender Pala, AKP toplumu piyasacılığa, köleleşmeye ve yozlaşmaya sürüklerken muhafazakarlar neden “sanat” başlığında üstlerine düşeni yapmasınlar demek istiyor olmalı. Şu halde muhafazakar sanatın konusu belli oldu; Yeniosmanlıcılık güzellemesi.
Not: “Geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış” ifadesini daha önce AKP'nin Ayasofya Müzesi Başkanı olarak atadığı Doç. Dr. Haluk Dursun Ayasofya'nın müze oluşu hakkında konuşurken söylemişti: “Bir cinnet, boşluk ve kırılma döneminin eseri". İskender Pala'nın estetik boyut kavramı “camiye çevirme”den geriye kalan tortudur.

2. MS, toplumun kendi kimliğinden kaynaklanıp bağrında görünür kılınan sanattır.

“Toplumun kendi kimliği”, “toplumun bağrı”.... Açıklanmaya gerek olmadığı kanısı uyandıran, yani anlamlıymış gibi görünen içi boş kavramlar üretmek ne kadar hoş duruyor, “zengin” gösteriyor. Biz buna sosyolojide “ayaküstü sosyoloji yapmak” diyoruz; yani herhangi bir yöntemsellik, verilendirme ve epistemolojik çerçeve kaygısı gütmeden, köksüz genellemelerle bir olguyu açıklıyormuş gibi görünmek. İki türlü yapılabilir; a) Alana ait, varolan ve kabul görmüş terim ve kavramsallaştırmalarla b) Burada söz konusu olduğu gibi, herhangi bir toplum bilimi dalının terminolojisinde bulunmayan, yani terimleşmemiş gündelik kelimeleri veya tanımları yine gündelik dilin retoriğinde hedef kitlenin en kolay alımlayabileceği kalıplarla kullanmak (İskender Pala'nın bu cümlesini Bourdieu'nün “Doxa” tanımıyla da ele alabiliriz).

3. MS, ekonomik gelişmişliği 16. sırada ama insani gelişmişliği 92. sırada olan bir milletin, yapısal değişikliğini tamamlayabileceği ve özgürce kendini ifade edebileceği bir estetik alandır. Irmağın tabii seyrini bulmasına engel olanlara ve yapay surette değiştirmek isteyenlere ürettikleriyle karşı çıkar.

Yoksa ekonomik gelişmişlikten kasıt, ülke kaynakları sermayeye peşkeş çekilirken her şeyin ama her şeyin “özelleştirilmesi” mi? Yoksa insani gelişmişlikten kasıt Sivas, Maraş katliamları mı? Sivas katliamının aranan sanıklarının karakolun arka sokağında oturmaları mı? Alevi evlerine çarpı işareti konması mı? Yoksa kız çocuklarına devlet kademesindeki görevlilerin dahi olduğu onlarca erkeğin tecavüz etmeleri ve tecavüze uğrayan 12 yaşındaki kız çocuklarında “rıza” imal edilmesi mi? Yoksa “erkeklerle konuşuyor” gerekçesiyle canlı canlı babaları tarafından kümesin altına gömülmeleri mi? Yoksa bir poşuya 12 yıl hapis cezası mı? Yoksa Hırant Dink cinayeti davası mı? Yoksa Festus Okey cinayeti davası mı? Yoksa “delil yoksa cemaatin kontrgerillası üretir” davası olarak Ergenekon mu? Yoksa KCK operasyonları adıyla içeri tıkılan gazetecilerin “tecavüzcü, terörist” ilan edilirken savcılıkta “O haberi neden yaptın?” türünden sorularla sorgulanmaları, hiç ilgisi olmayan bir kitabın çeviri taslağının savcılık iddianamesine girmesi mi? Zehirlenen çocuklar için “Belki de ilk kez süt içiyorlardır” demek mi? Ülkenin “insani gelişmişliğinin 92. sırada olmasından” bu sorularla rahatsız duyulmayacaksa, İskender Pala neyin rahatsızlığını duymaktadır?
İkinci cümledeki “yapısal değişiklik”, cemaatin cumhuriyeti tasfiye ettiği “yeşil” Türkiye, “ırmağın tabii seyrini” bulması da Türkiye'ye biçilen ABD'nin Ortadoğu bekçiliği değilse nedir?

4. MS, üretimleriyle toplum barışına, aydınlanmasına, maddi-manevi gelişimine katkı sağlamayı amaç edinir.

Neyi kastettiğimizin hesabını vermedikçe yine “zengin” gösteren kavramlar dizisi; toplum barışı, aydınlanma, maddi-manevi gelişim... Pembe panjurlu bir ülke, sevgi-saygı içinde yaşama, sağlıklı bireyler, hayat ne güzel, çiçekler, böcekler filan...

5. MS, özgürlüğün ve özgür ortamların her sanatçı için kaçınılmaz olduğunu ön şart kabul eder. Ancak sanat adına yapılmış bayağılığa, kalitesizliğe ve ayrımcılığa karşı çıkar.
6. MS, sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır.

İskender Pala'nın kafasında “sanat adına yapılmış ayrımcılık, bayağılık ve kalitesizlik” apaçık olduğuna göre, herhangi bir durumda “Hocam bu eser eser midir, eserse caiz midir?” diye baştan sorarsak sanırım herhangi bir sorun yaşanmaz. Gerçi ben “sanat adına yapılmış ayrımcılığı” anlamadım ama İskender Pala biliyordur, zaten ona soracağımız için anlamamız gerekmiyor.
Üstelik ne kadar “demokrat”, sanatın devlet eliyle kontrolüne karşı çıkıyor. Tabii Şehir Tiyatroları'nın repertuarının belirlenmesinin AKP eliyle bürokratlara verilmesi elbette devlet eliyle kontrol değildir, biz kötü düşünüyoruzdur değil mi? İşin sırrı İskender Pala'da... “Devlet patronluğunu” hayata geçirmek için gerçeği tersyüz edeceksin. Devletin sanata zorunlu bütçe ayırmasına tu kaka diyip “Devleti” sponsor yapacaksın ki, devlet “istemediği içeriğe” para harcamasın. İskender Pala “özgür ortamların her sanatçı için kaçınılmaz olduğunu” da kabul etmiş. Bu ülkedeki sağcı yapılanmasının bu ülkenin ilerici şairini, romancısını, müzisyenini, tiyatrocusunu hapse attığını, katlettiğini, tiyatro oyunlarını bastığını, heykel kırdığını unutabilsek bile, örneğin, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın 2011 yılında bir sergide, figüratif olmayan bir heykeli “müstehcen bulması” bu özgürlüğün geleceğinin nasıl bir güvence altında olacağına dair fikir verebilir.

7. MS, din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır.
8. MS, halk ile kavga etmez. Bu bakımdan İngiltere'deki muhafazakâr sanat ortamını destekler ve mesela nüfusunun kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyar.
Sivas katliamının “aklayıcılarının” kullandığı dile benziyor. “Aziz Nesin topluluğu tahrik etti, halk rahatsız oldu... Rahatsızlık duyanlar, YAKTI!” Bu değerlere gündelik hayatta şu örnekler geliyor aklıma; “İşverene karşı çıkmak, grev yapmak günahtır” diye fetva veren imamın sermaye uşaklığı değeri. İnsanlık suçuna, tecavüze “Tahrik oldum”, “12 yaşındaydı karşı çıkabilirdi ama rıza gösterdi, isteyerek sevişti” savunması yapma değeri. “Onur”-”Şeref” sözlerini cinsel organa asıp, çıkar ve rant ilişkilerinde el etek öpmenin değeri. “Kâr payıyla” dikilen apartmanın kapısına “Mülk Allah'ındır” yazıldığında hissedilen iç huzurun değeri. Buhari'nin muştuladığı biçimde Cennet'te 100 tane huriye sahip olacağımıza emin olmanın değeri. Belki de kökleri eskilerdedir? Örneğin “Yarin dudağından gayri her şeyde ortak” diyen Torlak Kemal'i, Şeyh Bedrettin'i, binlerce Bedrettin isyancısını öldürmenin değeri.
Ama tabii daha en baştan ne söyleyeceğimizi ne yazacağımızı İskender'e sorarsak sorun çıkmayacaktır. Bence böyle de yapmamız gerekebilir, maazallah “rahatsızlık duyup tahrik olarak tecavüz edebilirler, yakabilirler.” Değerli insanları günaha sokmamak için azami çaba gösterip önlerinden kaçışırsak sanırım toplum barışını da sağlamış oluruz.

Not: “İngiltere'deki muhafazakar sanat ortamı” da yine İskender Pala'nın kafasındaki tanımlardan biri olsa gerek. Ancak biliyorsunuz, bilgiye yakın lmaktansa ortamlara yakın olmanın getirisi daha fazladır.
9. MS, Batı'yı reddetmez, metodoloji ve üretimlerini kabul eder, ama ruhuna mesafeli yaklaşır.

Neyin metodolojisi (yöntembilimi)? Örneğin Özal ve sonrasında AKP'nin de devam ettirdiği gibi, sanayi tarımının melez tohum “metodunu” kabul edip ülke tarımını bitirme noktasına getirmeyi kabul etmek mi? Batı'nın “ruhu”? Ben tuz ruhuna mesafeli yaklaşılmalı diye biliyordum. Eskiden biraz farklı söylenirdi; “Batı'nın iyi taraflarını alacağız.” Yalnız teşbihte bir tıkanıklık var, naçizane bir öneride bulunacağım; “Batı bir elmadır. Çürükleri alınırsa yenebilir.”

10. MS, söz gelimi Fuzuli veya Dede Efendi'yi, Şekspir yahut Molier'i, Brahms veya Vivaldi'yi, Kurosawa yahut Coppola'yı bilir ama onların bilmem kaçıncı taklit versiyonunu üretmek yerine bir Fuzuli, bir Molier, bir Vivaldi yahut Coppola olma idealiyle kendi eserini üretir.

Ana Britannica'dan bakıp “büyük sanatçı” ismi sıralamaya kalkışan kişinin düştüğü gülünç durum işte budur. Demek Fuzuli'yi bileceksin, kahir ekseriyeti Müslüman olan bir toplumda İslami değerlere küfredilmesinden rahatsızlık duyarak “Moliere” olma idealiyle kendi eserini üreteceksin. Moliere Kilise tarafından “iman sahiplerini yoldan çıkarmakla” suçlanmış, “Tartuffe” oyunu Kilise tarafından yasaklanmıştır. İskender Pala'ya Moliere'in gülebileceği yerden gülüyorum. Aynı yerden Aziz Nesin de gülecektir. Şekspir'in örtük cinsel ifadelerinin ne anlama geldiğine ise hiç değinmeyeceğim ama İskender Pala sanatın “Çıplak Hakikat”ine pek yaklaşmasa daha iyi olur, günaha girer vallahi...

11. MS, Mehmet Akif veya Necip Fazıl'a kapılanıp kalmadan Nazım Hikmet veya Orhan Kemal'i, Karacaoğlan veya Şeyh Galib'i, Dostoyevski veya Dante'yi vb. harmanlayarak üretim yapma idealini taşır.

İskender Pala'nın Ana Britannica'dan isim sıralaması devam ediyor; Yani Nazım Hikmet'in şiirinde doğrudan doğruya dile getirdiği sosyalizm mücadelesine Dante'nin Tommaso'cu (Aquinalı) Katolik doktrinini tahta kaşıkla ağır ağır yedirip, buna Karacaoğlan'ın Osmanlıca ve Osmanlıcı olmayan sözlerini ekleyip, Şeyh Galip'in nokta-i süveydası ile nur-ı Muhammedi arasından “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” anlayışını serpiştirip, Dostoyevski'den müslüman zulmünü (2) karıştırarak ağır ateşte 45 dakika pişireceğiz. İskender Usta 250 gram kuşbaşı koysaymış güzel türlü olurmuş. “Ev yemekleri” dükkanı açmayı düşünmeli. Yiyecek işinde her zaman para var. Ama gerçi liselerde, edebiyat öğretmenleri, çağın “en büyük iki edebiyatçısından biri” olarak çocuklara İskender Pla kitapları aldırdığından, edebiyat da yeterince “sakal” bırakıyor olmalı.

12. MS, -klasik olanın her daim yoruma açık oluşu ilkesinden hareketle- klasik anlayış, sanat ve kültürü aynen tekrar veya taklit yerine, yeniden yorumlayıp üretme azmindedir.

“Klasik” sözü “sanat” veya “felsefe” terimi olarak kullanıldığında sadece “Antik Yunan ve Roma dönemi eseri veya felsefesi” anlamında kullanılır. Bunun dışındaki kullanımlar, kimi eserlerin “büyüklüğünü” veya akademik anlamda kabul görmüşlüğünü ifade eder. Dolayısıyla “Klasik anlayış” diye bir tanım icat edecekseniz öncelikle bir üslubu tanımlar nitelikte bir “döneminiz”, hattâ bir de tarihsel dönem ve üretim olarak klasikçiliğiniz (klasisizm) olmalı. Kendi sanat tarihinizde örneğin “Klasik Türk Müziği” veya “Klasik Türk Resmi” kategorisi yaratmış olmanız müzikte ve resimde klasik bir estetik anlayışınızın olduğu anlamına gelmez. Tabii muhafazakar İskender Pala yazısının başında da belirttiği üzere “hemen aklına geliverdiği gibi” yazdığından böyle önemsiz ayrıntılarla uğraşmaya vakti olmamış.

13. MS, kendi kültürel coğrafyasının farkında olup, kabuğunu beğenmeyen civciv kompleksinden varestedir.


Hani bayramda seyranda aile ziyaretlerine gidildiğinde, aslında akraba olmak dışında birbirini hiç tanımayan insanların “en zararsız şekilde sohbet konusu açma” girişiminin bir parçasını oluşturan “Efendim ben anlamıyorum bu Avrupa hayranlığını, halbuki bizde her bi'şey var” cümlesinin farklı bir biçimi, geçelim...



14. MS, kendi dinamiklerini tükettiği için bizim coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı sanatçısından evvel davranıp kendisine ait olanı aynı kalitede üretmekten yanadır.

“Abi Batı sanatta bitmiş, gelip gelip bizden faydalanmaya çalışıyollalmış” olarak yazılsaydı daha iyi anlaşılabilirdi, anlamlı bir şey söyleniyormuş gibi bu kadar kürek çekmeye gerek yoktu. Dur ben bir oralet söyleyeyim de öyle konuşalım. (Oralet geldi, konuşabiliriz).
“Kendi dinamiklerini tükettiği için...coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı sanatçısı” ifadesinden “Batı sanatçısı” (doğrusu Batılı sanatçı olacak) ancak “Batı'nın bütün sanat alanlarındaki bütün sanatçıları” genellemesi olarak anlaşılabilir, bu kadar büyük bir kategorik genellemeyi ise belli bir birikim sahibi kişi değil, üzerine konuştuğu alanı ölçüsüzce indirgeyecek kadar cahil biri (mürekkep yalamış kişinin cehaleti) yapabilir. Hangi sanat alanının hangi “dinamikleri” tükenmiş de haberimiz olmamış acaba? Batılı sanatçının sinek gibi üşüşeceği kadar değerli muhteşem “ürünlerimiz” neler acaba? İskender Pala'nın tanımlarının herhangi bir ölçüsü olmadığı gibi sanat eserinin niteliğini de bir sanayi standardı zannediyor olmalı ki “aynı kalitede üretmek” ifadesini kullanabiliyor. Ama tabii kalitenin ne olduğunu İskender Pala bize söyleyeceğinden dolayı bu türden önemsiz ayrıntılar üzerinde durmamıza gerek yok.
Yeri gelmişken tiyatrodan bir örnek vereyim; 15. İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali'nde Peter Brook'un “Sizwe Banzi Öldü” adlı oyunu sahnelenmişti. Bu tek kişilik oyun, anlatıcının rejide ele alınış biçimi düşünüldüğünde “meddahın” çağdaş sahnedeki, daha doğru ifadesiyle “arıtılmış” (stilize) sahnedeki çağdaş bir yorumu olarak düşünülebilir. Ancak bu sahnelemeyi “Peter Brook bizim meddahı kullanmış” basitliğiyle ele almak mümkün değildir, çünkü öncelikle sahnenin nasıl arıtılacağı başlı başına bir sorundur, dahası nasıl bir “oyunculuğun” kullanılacağı sorununun da “meddahın yaptığı taklitle” bir ilgisi yoktur. Bu tür sorunları aşabilmek, dramatürji ve oyunculuk kuramı bilgisi gerekir.

Not 1: Tiyatro alanında “stilize” denir, ben “arıtılmış” olarak kullanıyorum.
Not 2: Sanat-sermaye ilişkisi için bugünün sanatının varoluş biçiminin iyi bir çözümlemesi-eleştirisi olarak “Kültürün Özelleştirilmesi” (Chin Tao Wu) okunmasını bir kez daha öneririm.

15. MS, -kendisi muhafazakâr olmayan sanat platformlarında hep yok sayılsa ve dışlansa da- muhafazakâr olmayan sanat ürünlerini eleştiren ama asla dışlamayan sanattır.

Sadece dışlamakla kalmamalı aynı zamanda fırsat buldukça sürtünmelidir, bakarsın bir sanat kavrayışı geçer. Belki de yastığının altına koymalı, uyurken kafana bir sanat anlayışı girebilir. Böyle yolları denemekte fayda var. (Bkz. 20 maddenin cevabı)

16. MS, Tanpınar'ın ifadesiyle değişerek devam eden ve devam ederek değişen tabii bir organizmanın Yahya Kemal dilinden kökü mazide olan atisidir.

17. MS, bir medeniyet bakış açısıdır ve zengin tarih/kültür mirasından dengeli bir madde-mana medeniyetini en gelişmiş biçimiyle üretme çabası taşır.
18. MS, geleneği sorgular ve yorumlayarak çağdaş birikime katar.

Az önce de değinmiş olduğum üzere, “Ne demiş filozof, bir şey biliyorum o da hiçbir şey bilmediğimdir” türünden içi boşaltılmış, yani bağlamını serimlemeyen kalıplarla gündelik hayatta anlamlı bir şey söylemeye çalışıyormuş gibi görünmeye çalışmaktan öte bir anlamı yok. Kubbealtı Sözlüğü tanımıyla “sanattaki muhafazarlığın” tanımına “geleneği korumak ve devam ettirmek” olarak son noktayı koyan İskender Pala'nın burada birden muhafazakara “sorgulamak” ve “yorumlamak” payı biçmesinden çıkarılabilecek bir anlam yok.
Ancak, metni uygun biçimde yeniden düzenlersek, muhafazakar bir şirket sahibi rahatlıkla internet sitesine koyabilir. Şöyle ki;

Tarihçemiz: Kökü mazide olan tabii bir organizmanin atisi olarak kurulduk.
Vizyonumuz: Medeniyet bakış açısı ve zengin tarih/kültür mirası
Misyonumuz: “Dengeli madde-mana medeniyeti üretmek”.
Başarı öykümüz: “Çağdaş birikime katılmak”.


19. MS, medeniyetin ve modern çağın bütün imkân ve tekniklerini, bilgi ve enstrümanlarını kullanarak eser üretir ama o esere ruh üflerken kendi geçmişinden ilham alır. (Yediden yetmiş yediye Barış Manço'yu hatırlayınız. Onu bu yüzden sevmiştik.)

Barış Manço'nun “Yediden Yetmiş Yediye” adlı televizyon programını “sanat eseri” olarak mı kabul edeceğiz, yoksa Barış Manço'nun yaptığı müzikte org-gitar ve kayıt stüdyosu kullanmasına bakarak “Modern çağın bütün imkan ve tekniklerinin, bilgi ve enstrümanlarının kullanılmasını” mı göreceğiz veya 5/8 (Türk aksağı) ile 8/8 (Müsemmen) ölçülerinde yazılmış parçalarına bakarak “geçmişten ilham alınmış” mı diyeceğiz? Yoksa İskender Pala'nın da çoğunluğumuzun mustarip olduğu “müzik eğitimi eksikliğine” kurban gittiğini mi saptayacağız? Yok canım, gülüp geçelim buna da artık...

20. MS, her fırsatta dile dolanan "Muhafazakârların doğru dürüst bir sanat anlayışı ve gelişmiş bir estetik seviyeleri yoktur" yavesinin, bir şeyleri yok saymak adına uydurulmuş ucuz ve haksız bir kasıt eseri olduğunu bilir.



Burada “Muhafazakar Sanat (....) olduğunu bilir” ifadesiyle “kişileştirme” tabir edilen söz sanatından faydalanmış İskender Pala ama yanlış faydalanmış. Sanata “muhafazakarları” bilecek bir bilinç atfetmek yanlış, muhafazakarlarda “sanatı” bilecek bir bilinç olmalıydı. Kaldı ki “muhafazakar sanatı” bu şekilde kişileştireceksek ortada bir “muhafazakar sanat” olmalıydı. Oysa İskender Pala yazısına şöyle başlamıştı: “Sayın Mustafa İsen'in "Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa muhafazakâr estetik ve muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz". Yazısının başında var olmadığını söylediği “Muhafazakar sanatı” dünyanın en gülünç manifestosunun sonunda oldurmakla kalmamış, tarihsellik kazandırıp “Muhafazakarların sanat eserlerinde doğru dürüst bir anlayış ve gelişmiş bir estetik seviye yoktur” yavesini tartacak hale de getirmiş. Demek ki çok önemli “muhafazakar” heykeltraşlar, ressamlar, dramaturglar, besteciler, tiyatro oyunu yazarları var da biz bilmiyoruz, bir akım kapayıp bir akım açıyorlar. Ben yine de İskender Pala'yı sevmeye başladım, kafa dengi olanlar gibi en azından yakarak değil güldürmekten öldürüyor. Muhafazakarın "demokrasi" anlayışı için "güldürerek öldürmek" büyük atılım sayılır.
Biraz geriye gidelim; Şehir Tiyatroları'nda sergilenmiş olan “Gündelik Müstehcen Sırlar” oyununa. Bir seyircinin, bir eser üzerindeki söz hakkı “Beğenmedim, kötü, iğrenç” olabilir elbette, hiçbir itirazım yok, yalnız, örneğin bir tiyatro oyununu eleştirmek, ancak tiyatro bilgisiyle, dramaturji ve oyunculuk kuramı bilgisiyle olur; öznel beğeniyi “eleştiri” ile yer değiştirecek değiliz. Tiyatro oyununa başka açılardan yaklaşmanın adına her şey denebilir, “ahlaki açıdan yaklaşmak” denebilir, “siyasi açıdan yaklaşmak” denebilir, başka başka şeyler denebilir ama “eleştirmek” denemez. İskender Pala'nın kaşıdığı yer tam da burası çünkü “beğeni” ve “eleştiri” gündelik hayatta birbiriyle eş anlamda kullanılan iki farklı kavram. Ne yazmıştı İskender Pala bu oyun hakkında? “Devlet parasıyla bayağılık”, peki daha sonra ne demişiti A Haber'deki bir programda? “Eleştirdiğim oyunu izlemedim, tekstini okudum”. (Okumuş ve zerre anlamamış ama bu da ayrı bir yazının konusu) Bu muhafazakarın, tiyatro metninin tiyatro oyunu olmadığını bilemeyecek kadar zavallı durumda olmasını bir tarafa bırakalım, herhangi bir sanat eserini değerlendirebileceği en ufak bir bilgi kırıntısına bile sahip olmamasının da ötesinde, dün “Günlük Müstehcen Sırlar” adlı oyuna küfür ederken aslında “neye izin verilmemesi” gerektiğine işaret ediyordu, bugün de bu uyduruk metniyle sanata çizilecek hareket alanının ne olacağına, dahası sanatın neyle ikame edileceğini işaret ediyor. Sanatın somut varlık alanlarının muhafazakarlaştırılmasına, dahası muhafazakarlık adıyla dinci gericiliğin siyasi aygıtı tarafından zapturapt altına alınmasının değnekçiliğini üstlendiği besbelli olan İskender Pala işi bu kadar uzatacağına “Sanat sepetle uğraşıyorsanız, en yakındaki muhafazakara sorun ve dediğini yapın” deseydi daha kısa ve öz olmaz mıydı? (Bana da yazık, ne kadar uzun yazmak zorunda kaldım.)



SONSÖZ:

Bir alıntı daha yapayım;

Bunun sebebi, Maslow'un yahut İbn Haldun'un, zaruri ihtiyaçlar ile kemali ihtiyaçlar teorilerinin gösterdiği ekonomik yeterlik eşiğinin yükselmesidir.”

İskender Pala, ikinci bir Taha Akyol olmaya aday, gerçi boynu kulağı geçer derler... Taha Akyol da “ayaküstü sosyolojiyi” olağanüstü bir cahillikle yapma konusunda uzman. Örneğin geçenlerde bir yazısında, Weber'in “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” eserinden çocuksu bir heyecan duymuş olacak ki, “Weber haklı çıktı” diye bir yazı yazmış. Sosyolojiden bu kadar uzak olan kişinin de hitap ettiği kitlenin, iyi bir örnek vermek gerekirse, “Marx” adından Marks&Spencer markasını anlayacak olanlar olduğunu uzun uzun irdelemeye gerek yok.
Maslow bir gelişim psikoloğu ve Maslow'un “gereksinimler hiyerarşisi” kuramı ile İbn-i Haldun'un göçebelik ve yerleşiklik ekseninde “asabiyet” (“asebe” kökünden geleni, diğeri değil) kavramını merkeze yerleştirerek ele aldığı birey ve toplum ilişkisini anıştıracak en ufak bir yapısal benzerlik yok. Birbirinden farklı yaklaşımlarda kategorik genellemeler yaparak (kavramsal çerçeve ve yaklaşım yönteminin özgüllerini hesaba katmadan eşleştirmek) benzerlikler icat etmek yöntemsel düşünceye, dahası insanlık birikimine hakarettir. Bu hakaret de en çok, eşitsiz toplum yapısında “öğrenimden” mahrum kalan bireyler değil, mürekkep yalamışlıklarını gösterişli edalarıyla seçkin bir birikim olarak pazarlamaya kalkışan “Ben neyimcilerden” gelir. (Bourdieu'ye selam, yola devam).

(*) Bkz. Dostoyevski, “Bir Yazarın Günlüğü”.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder