Naylondan korkularımıza karşı gerçek hayatta mücadele için!

Bu internet günlüğündeki bütün yazılar gelişme halindeki metinlerdir; sürümün güncellenip güncellenmediğini sondaki harften takip edilebilir.

6 Mart 2012 Salı

Nobel Ödüllü Bir Yazarın Bir Faşist Olarak Portresi (sürüm 06M12a)


Bu metin 2009 yılında yazılmış ve gazete sayfasına uygun olarak daha kısa biçimi yayınlanmıştı. Kopyala-yapıştır yalanların çığ gibi büyüdüğü alçaklıklar çağında, yine de bir kayıt düşme ihtiyacı hissettim.

Hiçkimse “çevirinin” gündelik hayattaki yerinin yeterince farkında değil zira en sıradan kitap tanıtımı yazısında bile “yazarın edebi dilinin ne kadar akıcı olduğu” bahis konusu edilir de o dilin aslında Türkçe'de çevirmen tarafından yaratıldığı kimsenin aklına gelmez. Öyle ya, aslı var zaten, çeviri dediğin de bir sözlüğün yanında uygulanacak bir matematik formülü; bunun bir de gevşek bir ağızla ifade ediliş biçimi var: “Yazar yazmış işte, çevirmen ne yapıyor ki?”
Çevirmenin ne yaptığına dair meraklısına pek çok kaynak bulunabilir ama sanırım çeviri hakkında bu kadar fikir sahibi olanlar o makalelere ulaşma zahmetine katlanmayacaktır, bu zahmete katlanacak olanlar da “Yabancı dil bilmek çeviri yapmak için yeter” kalıplarını ne kadar kırabilir bilemiyorum. “Çocukluğumda atari salonlarında uçak-helikopter simülasyonu oyunları oynardım, hazır işsiz kalmışken gidip biraz THY'de pilotluk yapayım da para kazanayım” cümlesini sarfedecek olanlara biraz “üşütük” gözüyle bakılması mümkünken “İngilizcem var kitap çevireyim bari” cümlesi normal karşılanır.
 “İletişim çağında” sahte gerçeklikler üretmenin belli bir kurumsal mekanizmasını, bu mekanizmanın ürünlerini tam da arzu edilen biçimde alımlayacak şekilde “eğitim sisteminden” mezun edilen bireyler tamamlıyor. Geçenlerde saygıdeğer bir çevirmen arkadaşım Japonya'daki gözlemlerini anlatırken şunu söyledi; “Japon gençlerin çoğunluğu, ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD tarafından işgal edilmiş olduğunu bilmiyor.” Evet mekanizma her yerde alımlayıcılarıyla aynı işliyor ve öncelikle çeviriden başlamalıyım. Nobel Ödülünün resmi sitesindeki ifade elbette bizde Türkçe “çevirisiyle” yer alacak, ancak bu kadarıyla yetinmek olmaz, bir de “diliçi çeviri” kavramından yola çıkarak bu sahte gerçeklik üretimi mekanizmasının dişlilerinin tanımlanabileceği bir iletişim çöplüğünün de taslağını çizmek gerekecek. Bu kısa yolculukta elimizde önce tek bir cümle var: Nobel Ödülünün veriliş gerekçesi.(1) Şu halde adım adım gidelim.


Nobel Ödülünün gerekçesi ve Türkçesi
Nobel Ödülü'nün resmi sitesindeki İngilizce ifade: “who, with the concentration of poetry and the frankness of prose, depicts the landscape of the dispossessed.” Aşağıdaki ifadeler de ulusal basınımızdan alıntılanmıştır:
1) Milliyet Gazetesi
Haberin başlığı: Edebiyat Nobel'i Müller'in
Haberdeki ifade: ...“el konmuş coğrafyaları şiirin yoğunluğu ve düzyazının içtenliğiyle anlatması”...
2) Zaman Gazetesi
Haberin başlığı: Nobel Edebiyat Ödülü, yoksulluğun sesine
Haberdeki ifade: ..."şiirin yoğunluğu ve nesirin açıklığını kullanarak yoksulların dünyasını tasviriyle..."
3) Hürriyet Gazetesi
Haberin başlığı: Nobel Edebiyat jürisi yoksulları hatırladı.
Haberdeki ifade: “şiirin yoğunluğu ve nesrin açıklığını kullanarak yoksulların dünyasını tasvir edişiyle”
4) Star Gazetesi
Haberin başlığı: Nobel'in yeni sahibi Alman Herta Müller
Haberdeki ifade: ...”şiirin yoğunluğu ve nesirin açıklığını kullanarak yoksulların dünyasını tasviriyle”...

 Yukarıdaki İngilizce ifade dört “ulusal” gazetede işte böyle geçiyor. Milliyet'teki hariç diğer üçü neredeyse birbirinin kopyası. Hiçbir özgün çeviride cümlelerin bu derece eşdeğerlik gösteremeyeceği sabitiyle hareketle şunu da eklemeliyim ki, adına “papağan gibi tekrarlamak” diyebileceğimiz bu kopyalamanın sonucu olarak, Herta Müller'in, “Çavuşeşku'nun komünist diktatörlüğüne karşı seslerini duyurmaya çalışan bir avuç entelektüelden biri” olarak sunulmasıyla karşılaşıyoruz. Kimi yerlerde bu entelektüel grubun adı da veriliyor “Aktiongruppe Banat”. Diğer önemli(!) bilgiler de şöyle; “Babası Waffen SS'te hizmet etmiş ve annesi Sovyetler'deki angarya kamplarında tutulmuş” (2), “istihbarat birimi Securitate tarafından kendisine teklif edilen işbirliğini kabul etmediğinden soruşturmaya uğramış, işinden atılmış, baskı görmüş, bu baskılar nedeniyle ilk romanını gizlice yurtdışına ulaştırmış, roman Batı Almanya'da basılmış.” Bu papağan iletişiminden genel anlamıyla şu çıkıyor: “Romanya'da komünistler yoksulları ezmiştir, Herta Müller ve bir grup aydın ise gerçek birer özgürlük savaşçısıdır.”

Gerekçenin çeviri açısından değerlendirilmesi
 Öncelikle ve kesin olarak belirtmeliyim ki, ödülün gerekçesinde ne doğrudan “yoksullar” ifadesi geçiyor ne de yoksullara ya da yoksulluğa ilişkin mecazi bir ifade mevcut. Bu ifadedeki can alıcı kelime şudur; “dispossessed”. Sözlük anlamının başka herhangi bir çeviride olduğu gibi burada da bir önemi önemi yok; mala mülke devletçe el konması anlamına da gelebilir, tahliye edilme anlamına da gelebilir, “kamulaştırma” anlamına da gelebilir. “Landscape of the dispossessed” tamlaması ise her iki kelimenin de mecazi anlamlarının, göndermelerinin korunduğu, şekilsiz ve kaygan olduğundan ele avuca gelmeyen, suya sabuna dokunmaz, kısacası “ne şiş yansın ne kebap” ya da “ne sağcıyım ne solcu, orta yolcuyum” cümlelerinin çağrışımlarıyla anlatılabilecek bir ifade. Haydi Türkçesiyle söyleyelim, “kaypak” bir ifade. Bana Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da aldığı ödülde söylediği “yalnız ve güzel ülkeme...” ifadesini hatırlatıyor. Hiçbir şey söylemeden bir şey söylüyormuş gibi yapmanın şiirsellik kisvesindeki kaygan ifadesi. Ancak bu ifadeden “kesinkes” şunları çıkarsayabiliriz: a) “El konulmuş, kamulaştırılmış” olan bir şeyler var. b) Bu şeyler mecazi anlamda hem bir “manzara” arzediyor, hem de düzanlamıyla gerçekten “el konmuş, kamulaştırmış mallar mülkler” var. Şu halde Türkçeye çevirirken bir çeviri sorunu olarak karşımıza çıkan bu “ifade” doğru çevrildiği hallerde bile Türkçe'de bir “diliçi çeviri” sorununa denk düşüyor, üstelik bu sorun İngilizcesinde de belirgin bir koşutlukla mevcut; öyle ya, Nobel Ödülünde bir yazarın “devletin el koymasının manzarasını” ne de güzel tasvir ettiği vurgulanıyor. Ne demek bu? Öncelikle şu demek; yukarıda adı geçen ulusal gazeteler ile internet sitelerinde yer alan türedi metinlerin “Nobel Ödülü ile “yoksulluk” bağıntısını kuran başlıkları ve aynı vurguyu taşıyan içeriği, aptallığın ve çarpıtmanın kimi zaman yaratıcı ilişkisine düpedüz kanıttır. Diğer taraftan, bir edebiyat ödülünde “devletin el koymasından” ne kastedilebilir? Şimdi altmetni okumaya girişelim.

Nobel açısından faşizm coğrafyası
 Herta Müller kimdir sorusunun asıl cevabını bulmak için doğduğu yere bakmalıyız. Doğum yeri Romanya'nın Banat bölgesi. Yukarıda da belirttiğim üzere Germen azınlığın (Schwaben Germenleri) bölgesi. Pek yazılmayan bir ayrıntıyı ansiklopedi maddelerinden derlemek gerekiyor. Osmanlılar Viyana'da yenildikten sonra Habsburg Hanedanlığı bölgeyi Avrupa'dan getirttikleri Germen yerleşimcilerle takviye etmiş. Farklı boylardan olmalarına rağmen Schwaben Germenlerinin bölgesine yerleştiklerinden dolayı hepsine Schaben Germeni denir olmuş. Bölge Temeşvar Banat'ı olarak da adlandırılıyor. Bölgeye komşu olan Transilvanya'da ise bir diğer Germen boyu olan Saksonlar mevcut. Burada “azınlık” kavramına da kısaca değinmek gerek. Bu “azınlık” tanımını yirminci yüzyıl için kullanmak doğru olur zira Romen halkının yüzde doksanının tarihsel kökeninde, Latince'yi ortak bir iletişim dili haline getiren, kısacası bir Latince lehçesi oluşturan Slav, Germen, Macar (ve az da olsa Türk) köklerin kaynaşması yatıyor. Transilvanya bölgesinin neredeyse tamamı, özellikle de kırsal bölgeler, tıpkı Banat bölgesinde olduğu gibi 1970'li yıllarda “etnik” unsurlardan oluşuyormuş. 1970'lere kadar Banat bölgesinde 100.000 civarında Germen azınlığın bulunduğu yazılıp çiziliyor. Gerçi sayıların çok önemi yok, aynı kaynakların ortak noktası şu; Banat bölgesi kendisini Germen olarak tanımlayan azınlığın bölgesi. Burada yine bir komünizm aleyhtarı propaganda devreye giriyor. Çavuşesku'nun komünist diktatörlüğü aşırı milliyetçi siyaset izlediğinden (kısacası Romanya Komünist Partisi'nin nasyonal sosyalist olduğunu söylüyorlar) bu zavallı(!) insanların kayda değer bir bölümü mecburen ülke dışına kaçmak zorunda kalmış. Tabii bu Germen azınlık her ne hikmetse hep Batı Almanya'ya kaçmış, Doğu Almanya'ya hiçbiri hiçbiri rağbet etmemiş. Acaba Çavuşesku milliyetçi değil de komünizme nefret duyan bu azınlık milliyetçi olmasın sakın? Nobel güzellemesinin örneklerinde Herta Müller'in babasının Waffen SS'de hizmet gördüğü yazıyor. Bu “hizmet görmek” ifadesi de aklımı kurcalıyor. Hani sanki postane memurundan halliceymiş... Ne demek Waffen SS'de hizmet etmek? Waffen SS'i resmi ordudan ayıran belirgin bir nitelik var; Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi Muhafızları olarak biliniyorlar, yani kendilerini Nazi ülküsüne adamış gönüllülerden oluşturulmuş, en iyi silahlara ve teçhizata sahip seçkin bir askeri birlik. Yani “hizmet görmek” tanımını o kadar da fütursuzca kullanabileceğimiz bir yapı değil, sular idaresinde “hizmet görmekten” takdir edersiniz ki biraz farklı. Herta Müller'in kocası Richard Wagner “babasının neslinin yüzde doksanının (3) Nazilerle işbirliği yaptığını söylüyor.(4) Yani kocasının ifadesine dayanarak Banat Germenlerinin ya da istersiniz Almanlarının da diyebilirsiniz, neredeyse hepsinin faşist olduğunu söyleyebiliriz. Komünizmi Alman nasyonal sosyalizmini her fırsatta eşitlemeye çalışanların komünizm aleyhtarlığını “belleksizliğe” duydukları sonsuz güvenle en ahmakça düzeyde sürdürmekte sakınca görmemelerinin yeni icatlarıyla her geçen gün karşılaşabiliyoruz. Şimdi zurnanın zırt deliğine gelelim; Romanya'da komünistler iktidara geldiklerinde bir tarım reformu gerçekleştirdi ve yaklaşık 1.000.000'a yakın sayıda köylü ve çiftçi toprak sahibi yapıldı, yani Habsburg Hanedanı kalıntısı toprak ağalarının elinden toprakları alındı (5), tarım arazileri “kamulaştırıldı” (6). İşte Nobel Ödülünde bahsi geçen “el konmuş mülkler”, “kamulaştırılmış olan “ veya “devletin el koyması” olarak Türkçe karşılayabileceğimiz “dispossessed” kelimesi tam da bu olguya işaret etmektedir. Nobel Ödülü kurulunun bu örtük ifadesi sadece Romanya'da köylünün özgürleştirilmesine duyulan nefretin değil, bütün olarak Marksizme duyulan nefretin bir ifadesidir! “Yok canım, daha neler?” diyebilirsiniz, Nobel Ödülü'nün kurulunun faşistlerden oluşması entrika faraziyesi gibi geliyor kulağa. Herta Müller kendi ağzıyla da söylüyor, “büyükdedesi bir toprak ağasıymış.” (7) O halde devam ediyorum.

“Bir grup aydının” patates baskısı
 Hem Herta Müller hem de kocası Richard Müller, çeşitli makalelerinde ve röportajlarında komünist rejimde nasıl da baskı gördüklerini söylemeden edemiyorlar. “Baskı görmek”; baskı gördüklerini inkar edemeyeceğim çünkü hiçbir komünist rejim faşist oluşumlara hoşgörüyle yaklaşmaz, ancak diğer taraftan da “baskı görmenin” hep bir adı vardır; baskı görmenin adı kimi zaman işkencedir, kimi zaman gözaltında kaybolmak ya da intihar etmektir (hatırlayın bir zamanlar Türkiye'nin karakollarında devrimciler kendilerini camdan atıyor, yerden 1,5 metre yükseklikteki kalorifer borusuna kendilerini asıp intihar edebiliyorlardı), kimi zaman tıpkı Nazım Hikmet gibi yazı yazmaktan dolayı 15 yıl hapis cezası almaktır (genç bir kızı öldürüp cesedini parçalarsanız muhtemelen daha az ceza alırsınız, belleğimizden silmeden bekleyelim ve görelim), kimi zaman mecliste “Parasız eğitim” pankartı açtıktan sonra birkaç yılı hapiste geçirmenin ardından bir de “silahsız örgüt üyeliğiyle” (8) suçlanıp garip kanıtlarla mahkum olmaktır, kimi zaman Nijeryalı Festus Okey olayında olduğu gibi polisin silahını almaya çalışırken vurulmaktır, kimi zaman Metin Göktepe gibi dövülerek öldürülmektir, kimi zaman Sabahattin Ali gibi, Bedrettin Cömert gibi suikasta uğramaktır, kimi zaman cezaevlerinde “Hayata Dönüş” adını taşıyan operasyonlarda diri diri yakılmaktır çünkü baskı görmenin hep bir “adı” vardır. Richard Müller bir röportajında  (9) Romanya'da komünist rejimde Germen azınlığa ait kültürel ve resmi kurumlara sahip olduğunu, ancak bunun, gördükleri baskının kamufle edilmesi yönünde komünistlerin bir karşı propaganda malzemesi olarak kullandığını ifade ediyor. Herta Müller ise 15 yaşına kadar Romence bilmiyormuş (10) , Temeşvar'a yerleşince Romence öğrenmiş ve üniversite öğrenimine devam etmiş, ardından komünist baskıyla tanışmış. Şimdi bir dakika. Yani komünist Romanya'da Germen azınlığın kendi okulları, kendi öğretmenleri, Almanca dergi ve gazeteleri, hatta 15 yaşına kadar Romence öğrenmeden lise eğitimi alıp gündelik yaşama dahil olabilecekleri kurumları mevcut ama “baskı” görüyorlar. Yani komünistler Germen ve Sakson azınlığa önce her türlü haklarını veriyor, sonra baskı yapıyor (dikkat edelim, adı konmamış bir baskı), ardından da aynı hakları karşı propaganda malzemesi olarak kullanıyor. Niye? Şuursuz mu komünistler? Sırf bir karşı propaganda için “gizlemenin” onca zahmetine değer mi? ABD bile Kaliforniya'da 100'e yakın kızılderili kabilesini soykırıma uğratırken, “Saddam'ı uyarıyoruz” şiarıyla Bağdat'ı bombalayıp 150 bin sivili öldürürken (11)  işlediği insanlık suçlarını önemsemiyor da bir tek komünistler mi insanlık suçu işleyecekleri vakit kulaklarını tersten gösteriyor? Peki komünistler azınlık haklarının bu derece olgunlaşmış olduğu bir ortamda gerçekleştirdikleri insanlık suçlarını, örneğin gözaltında kayıpları, belli bölgelerde yaşayan Germenlerin soykırıma uğratılmasını, siyasi makaleler yüzünden verdikleri 15-20 yıllık hapis cezalarını nasıl gizleyebiliyorlar? Bu acayip baskının ne olduğunu komünizmin azılı düşmanı Herta Müller ve kocası Richard Wagner'den duymak isterdim ama duyamadım. Onca röportajlarında, onca makalelerinde bu baskının “adını” bir türlü koyamıyorlar. Bizzat tanığı olduklarını söyledikleri baskının adını koymadıkları gibi “özgürlüğün” de adını koyamıyorlar. Hep aynı köksüz ifade, “hakkımızda gizli dosya tutuluyordu” (12) , “üzerimizde baskı vardı” (13). Tabii haksızlık da etmeyeyim, Richard Wagner ve arkadaşları birkaç ay hapis yatmış (14). Neden hapis yattıklarına dair hep aynı cümle var; “sosyalizm aleyhine propaganda yapmak”. Gerçek dava dosyalarına ulaşamadım. Tamam, dedikleri doğru olsun, "sosyalizm aleyhine propaganda yapmaktan" birkaç ay hüküm giymiş olsunlar. Burada anlayamadığım ikiyüzlülük şudur; Yapmamışlar mı? Sermaye düzeni yanlısı birer faşist, tescilli birer ırkçı değiller miymiş? Peki şimdi bu propaganda ve örgütlenme faaliyetleri "sosyalizm aleyhine propaganda yapmak" gibi havada bir balon misali asılı duran kimlik bir ifade midir, yoksa alenen "faşizm ve ırkçılık propagandası ve örgütlenme çalışması" mıdır? İnsan en azından “Bizim özgürlükten anladığımız şey sermaye düzeninin özgürlük tarifidir, bu yüzden de aleyhte propaganda yaptık, örgütlenme çalışmaları yürüttük” demez mi? Demez tabii. Çünkü böyle diyecek olduklarında, arzu ettikleri "komünizm aleytarı" önyargıları palazlandıramazlar. Peki bu aydıncıkların “demokratik haklardan” kastettikleri nedir? Emekçi sınıfın özgürlüğü karşısında aslanlar gibi dikilerek sermaye özgürlüğünü savunduklarını bile söylemeye cesaret edemeyen Richard Wagner, “Ah siz bilmezsiniz komünistler ne kurnazdır, baskı yaparlar ruhunuz duymaz” olarak biraz da istihzayla özetleyebileceğim beyanatlarını her daim vermeye devam ededursun, Romanya'yı terk etmeden önce Almanca basılmış sekiz kitabının nasıl olup da “serbest kaldığı”, o kitaplardan nasıl olup da bizdeki komünist yazar ve şairlere yapıldığı üzere yıllarca hapis cezası almadığı sorusu elbette önemsiz bir ayrıntı olarak kalmaya devam ediyor; tabii şunu da sormak lazım, komünizm aleyhtarlığı yapan süreli yayınlarını” satan kişiler komünist polislerin kurşunlarıyla vurulmuş mu? (15)  Düşüncelerinden dolayı içlerinden biri bir komünistin suikastine uğramış mı ya da en azından sokakta dayak yemiş mi? Hayır ama tabii ya az daha unutuyordum, “Ah siz bilmezsiniz komünistler ne kadar sinsi ne kadar kurnazdırlar, baskı yaparlar ruhunuz duymaz”. O halde Herta Müller ile Richard Müller'in avenesi gördüklerini iddia ettikleri baskının adını ben koyayım; “patates baskısı”. Patatesi derin oydukça çürükler de görünmeye başlıyor. Herta Müller'in bir arkadaşı olan William Totok (16)  bir beyanatında Herta'nın “Aktionsgruppe Banat” üyesi olmadığını, Adam-Müller Gutterbrunn'un meydana getirdiği edebiyat çevresinde olduğunu söylüyor. Kimdir bu Adam-Müller Guttenbrunn? (17) Dipnotta kaynağını belirttiğim bir ırkçı, bir faşist. Ne kadar ilginç. Herta Müller gibi bir özgürlük savaşçılığı abidesinin bir ırkçının yakın dostluğunda işi ne acaba? Aldığı ilk ödülü gazete haberlerinde bulamıyoruz, ben yazayım bari; 1981 yılında Adam-Müller Gutterbrunn'un meydana getirdiği Temeşvar Edebiyat Ödülü'nü almış. Gutterburn'un başında bulunduğu bir süreli yayın varmış: Neue Banater Zeitung. Bu süreli yayının sahibi ise Nikolaus Berwenger adındaki şahısmış. Bunu ben söylemiyorum, William Totok söylüyor (Bkz. 13'üncü dipnot). Bu kişi, Romanya Komünist Partisi Merkez Komitesinde azınlıklar sorumlusu. Faşist bir kültürel ve sermayedar oluşum, partinin merkez komitesinde “azınlıkların hakları” kisvesinde kendisine temsil olanağı yaratabiliyor ve aynı faşist çevrenin Herta Müller gibi üyeleri “baskı” görüyorlar öyle mi? Romanya'nın faşist Almanları “özgürlük isteyen bir avuç aydın” oluyor öyle mi? Romanya'da “demokratik hak talep ediyor” kisvesiyle edebiyat pazarlarına sunulan yazarlara tek tek bakın, hemen hepsinin maskesinin altında Yahudi aleyhtarlığını, Nazizmi, faşizmi göreceksiniz.
 İfade özgürlüğünü “demokrat” etiketli ülkelerin uygulamalarında ya da “ideal”, yani uygulaması varolmayan bir “demokratik rejim” katmanında “kişisel hak ve özgürlükler” bağlamında billurlaştırılması hakkında da bir şeyler söylemek gerekiyor. Toplumsal hakların alaşağı edildiği her uygulama ya da “ideal rejim kuramı” en sonunda kağıt üzerindeki özgürlükleriyle sermayeye teslim olmuş bireyler toplamını öngörmektedir. Bunun gündelik hayattaki sonuçları da, eğer dünyayı biraz takip edersek görürüz ki, komünist rejimlerin karalanmaya çalışıldığı “sosyalizm aleyhine propaganda yapmak” hezeyanlarından daha ağırdır. Komünizmin tarihinde insanlık suçu bulamayanlar da böyle bir suçu icat etmeye çalışanlar da öncelikle “bireysel hak ve özgürlüklerin ihlal edilmesine” dört elle sarılıyor. Türkiye'yi bir tarafa bırakalım, örneğin 1970'lerde ABD'deki madenci grevlerinde işverenlerce tutulmuş silahlı korumaların, işçileri demet yapılan çiçekler gibi biçmeleri ise sadece “bir demokrasi ayıbı” olarak kalıyor. Günümüze gelelim; 18 Aralık 2002 tarihli “The Guardian” gazetesinde yer alan bir habere göre New York’a görsel sanatlar okumaya gelen 25 yaşındaki Clinton Boisvert, bir okul projesi olarak, siyaha boyalı ve üzerinde “Korku” yazan 38 kutuyu 11 Eylül olayının gerçekleştiği bölgede, metronun çeşitli yerlerine yerleştirdi ve “halkı korkuya sevketmekten” tutuklanarak yargılandı. Bu genç sanat öğrencisi hakkında yazılan en pespayesinden faşizan köşe yazılarını es geçerek belirteyim, kimsenin de aklına “bireysel hak ve özgürlüklerin sanatsal eleştiri yoluyla kullanılması” düşüncesi gelmedi nedense. Delikanlı mahkemede “Amerikan toplumundan özür dileyerek” ceza almaktan kurtuldu (hakkındaki hapis cezası tehdidiyle özür dilettirildi dersek de yanlış olmaz).
 Sermaye sistemi ile komünizmi, sisteme yönelik karşı propaganda faaliyetlerinin cezalandırılmasında derece değerlendirmesi yaparak kıyaslamaya çalışmıyorum, “burjuva demokrasilerinde” olağan karşılanan, “demokratik” kılıfları dünden hazır her türlü yasa ve uygulamayı haklı çıkarmaya yönelik hoşgörülü akılyürütmenin, komünizm karşısında vahşi bir içgüdüye dönüşmesinin örneklerini veriyorum; sermayenin iliklerimize kazıdığı gündelik sezgi, evin hanımefendisine bağlı zenci (18) ev kölesinin gönüllü kulluğuna benzer, tarladaki köleye kimi zaman bir beyazdan daha düşman olsa da asıl işlevi köleliğin içselleştirilmesidir. Komünizm aleyhtarı propaganda işte bu içselleştirmeyi biçimleyecek bir dış sesle başlar; içinde çoğu zaman “Free” kelimesinin geçtiği basın araçlarında (Radio Free Europe, TV Marti ve daha nicesi) “muhalif” , “aydın” veya “bağımsız gazeteci” olarak ambalajlanmış gericiler boy gösterir, farklı maskelerinin olmasının, Hıristiyan ya da cemaat beslemesi olmalarının bir önemi yoktur; türlü türlü gözbağcılığını efendileri “Dolar Yeşilinin” esenliği doğrultusunda pazarlarlar.

Nobel “Özgürlükçülerinin” Söyleminin Tahlili


Richard Wagner aslında bakış açısını bir makalesinde çok güzel özetliyor; “Soğuk Savaş Döneminde Bir Yazar” başlıklı bu makalesinde Vintila Horia için kısaca iade-i itibar istiyor Wagner. Mussolini için “Faşizmin Mucizesi” adı altında bir övgü ve kutsama kaleme almış olan Horia'nın elbette buna vereceği bir cevabının olması gerektiğini söyleyip, 1960'larda kaleme aldığı tarihi romanlarının Ovidius, Boetius ve Platon gibi filozoflardan beslenen, zengin bir düşünsel içeriğe sahip eserler olduğunu vurguluyor. Naziler ile yakınlığıyla bilinen Heidegger'in “Varlık ve Zaman” adlı eserini göz ardı edemeyeceksek Horia'yı gözardı edemeyeceğimizden dem vuruyor. Karısının aldığı “Guttenbrunn Temeşvar Edebiyat Ödülü” hakkında bir yorumuna rastlamadım ama yine bu harika çıkarım uyarınca tahminen şöyle diyebilir: “Guttenbrunn faşist ama hem bir edebiyat hem de tiyatro adamı. Ne varmış yani onun edebiyat çevresinde bulunduysak?” Wagner'in kafasıyla düşünmeye devam edersek bir şey olmaz tabii; Hitler de biraz daha resim yapmaya devam etseydi bu harika “tartımsız çıkarıma” göre “Soykırım yaptı ama ressam adamdı canım” diyebilirdik pekala. Hatta bir an için olasılığı kaldırıp doğrudan söylemeyi deneyelim; “Hitler bir soykırım suçlusu ama gerçekten büyük bir ressam”. Bu cümle kendi başına anlamlı mı? Bunu böyle söyleyebilecek olsaydık değerlendirmemiz değişir miydi? Sen-Peterburg Filarmoni Okestrasına karşı bir kültürel hamlenin piyonu olarak Berlin Filarmoni'nin başında yıllarca Herbert Von Karajan'ın yorumlarının elde ele dolaşmış olması, konserlerde alkış almış olması onun Nazizmin bir neferi olduğu gerçeğini, faşizmin ideallerini olumladığını değiştiriyor mu? Richard Wagner değişmesini talep ediyor. Çarpıtmanın, akıldışının akılcılığa büründürülmesinin mekaniği işte budur: a) Kıyaslamanın öğeleri uyuşmaz niteliktedir (Bu “nitelik” kavramından “şeyi” meydana getiren unsurlar ve süreçlerin her biri ve bütünün görüntüsü anlaşılmalıdır) b) Bu öğelerin uyuşmaz nitelikleri, birer soyutlama olan kavramların somut köklerinden temizlenerek “ideal” genelgeçerlilikler olarak sunulmasıyla benzeştirilir ve/veya eşitlenir c) “Akıldışı olanın” söylemi de akılcılığın yöntemselciliğine, hatta kimi zaman bilimsel verilerine dayanır; tek bir farkla, akıldışılık kimi zaman bir eksiltme, kimi zaman bir yükseltme, kimi zaman da yukarıdaki iki kısa sacayağında verdiğim biçimde bir “eşitlemedir”. Bu kısa tahlili bir akıldışılık örneğine uygulayabilirsiniz; örneğin, “İnsan öldüğünde 21 gram hafifler, işte ruhun kanıtı”. Dr. Duncan MacDougall 1907 yılında yaptığı deneye bu başlığı koymuş; “Ruhun ağırlığı var”. Deney doğru mudur, değil midir diye tartışmaya gerek yok, aramızdaki samimiyete istinaden birkaç gramın lafı olmaz ama tabii ağırlığın “tanımının” ne olduğunu bilmeyen, “kan basıncının” ne yaptığını aklına getirmeyen bir doktor. Bu türden başka doktorlar da benzer söylemleri komünizm aleyhtarı propagandalarında bol bol kullanırlar.
 Wagner'in söz konusu makalesinde tam olarak yaptığı şey de bu; varlık felsefesi alanındaki bir felsefi eser ile başka bir şahsın siyasi eğilimini kıyaslıyor. Oysa varlık felsefesinden yola çıkışla gündelik siyasete ulaşan çizgide Heidegger'in Nazizmle uzlaştığı yol ile Horia'nın kendi düşünsel çizgisinde Mussolini faşizmine ulaştığı yolu kıyaslamalıydı. Tabii böyle yapsaydı, o “zengin düşünsel içerikli tarihsel romanların” Horia'nın faşizme bağlılığının hem kökü hem de yansısı olduğunu söylemesi gerekirdi. Faşist bir yazarı bu kadar överken “Ben de faşistim” diyemeyen Wagner aynı makalede Horia'nın sürgün hayatından sonra Franco'nun İspanyasında seçkin(!) bir yazar ve yayıncı olduğunu da Franco'ya “faşist” demeden yazıyor elbette, dahası “sağ kanatta” yer aldığını belirtiği Horia'nın komünizm, liberalizm, Aydınlanmacılık karşıtlığını sayarken Stalinistlerin hışmına uğramasının nedeninin de onun “faşist geçmişinden” dolayı değil şahsından rahatsızlık duyulması olarak belirliyor (Evet Wagner cümlesinde faşist de demiş ama Horia'nın geçmişine bağlamış, “faşist geçmişi”, yani günümüzün “aydınlık” insanı). Richard Wagner'in saçmalamalarını bir yerden sonra takip etmek de güçleşiyor, neresinden tutsanız elinizde kalacak bir gülünç akılsürçmesiyle çiziktiriyor. Richard Müller'in her sözü “kıyaslanamayacak olanı kıyaslayarak anlam zeminlerini çarpıtmanın” örneklerini içeriyor. “Romanya'daki Germen azınlığın hem Romenlere hem de devlete karşı hep bir mesafe koyduğunu” belirttikten sonra, bu sayede olaylara ve komünizme “daha nesnel” bakabildiğini ileri sürebiliyor (19). Yani yine kendi ifadesiyle yüzde doksanı Nazizme bağlı bir azınlığın açıkça komünizm düşmanı olmasının bir sonucu olarak bir birey olarak olaylara “nesnel bakabilen” bir birey olup çıkmış. Wagner'in motorlu taşıt kullanmaya ihtiyacının olduğunu sanmıyorum, kanatlarını kullanarak istediği yere gidebiliyor olsa gerek. Wagner'in uçmasını, karbon gazlarının atmosfere salınımının önlenmesine yönelik kıytırık Kyoto Sözleşmesinden daha önemli buluyorum.
 Horia'nın da bir Goncourt Ödülü (20)  mevcut. Ayrıntısına girmeye gerek yok ama her türlü ödül içinde sola dair bir “numune”, numune hastanelerinde yığınlarla bekleşen hastaların çokluğu ölçüsünde “demokrasi benzemeli” gerici unsurlar bulunur elbet. İnsanlık suçlarının tümünde adı geçen, insanın kan soyuna bakılarak “değerinin belirlendiği”, dini gericilikle kol kola ve burjuva demokrasisi örtüsünde hazırolda duran faşizme bağlı olanların, "insan yaşamını yücelten" eserler verdiğine inanmak zorunda mıyız? Bir faşist "insan" olarak sadece kendisini tanımlayacağından dolayı "kategorik" olarak "insan yaşamını" yüceltiyor mu sayılmalı?
 Berlin Duvarı'nın reklam kokulu yıkılışında çocuklar gibi şen görünen Angela Merkel “Nobel Ödülü'nün Herta Müller'e verilmesini” çok anlamlı bulduğunu açıklamıştı. Evet ben de anlamlı buluyorum. Angela Merkel'in anlamlı bulmasını anlamlı buluyorum çünkü bugün Türkiye'de kişi başına 20 kilodan daha az et düşerken Romanya'da 1981'de 40 kilo düşmesini anlamlı buluyorum; 1982'de 11.2 milyar dolar borcu bulunan Romanya'nın aynı yıl istatistik rakamlarını dışarıya kapayarak başlattığı kalkınma hamlesinde 1980'lerdeki dolar ve petrol buhranlarını atlatıp Çavuşesku'nun idam edildiği gün borçlarını sıfırlamış olmasını anlamlı buluyorum; hattâ Çavuşesku'nun idam edildiği günden seçimlerin yapıldığı bir yıl sonrasına kadar toplam 4.000'e yakın insanın ölmesini (Çavuşesku'ya karşı girişilen darbede ölü sayısı 100'ün biraz üzerindedir), daha sonra Romen halkının akın akın ülke dışına "ekmek" için kaçışını da anlamlı buluyorum; özgürleşen Doğu Bloku ülkelerinin milyonlarca insanının fuhuşa süreklenmesini ve ülkelerinin mafyanın eline geçmesini, ırkçılığın ve yoksulluğun pençesine düşmelerini anlamlı buluyorum; Honduras'ta, Şili'de, Arjantin'de, Türkiye'de onbinlerce insanın işkencede ölmesini, onbinlercesinin de “kayıp” ilan edilmesini anlamlı buluyorum; demokratik ve “özgür” dünyanın temsilcilerinin uranyum bombası, fosfor bombası, misket bombası kullanarak gerçekleştirdikleri kitlesel imhaları anlamlı buluyorum; GDO'lu ürünlerin, sermaye sisteminin çok ama çok önemli bir unsuru olduğunu anlamlı buluyorum. [Hattâ yakın tarihte ABD'nin Müslüman Kardeşler eliyle özgürleştirdiği Mısır'da kadınların kabak ve benzeri "erkek cinsel organını çağrıştıran sebze ve meyvelere dokunmasının yasaklanmasını" da anlamlı buluyorum.] Özgürlüğün ne anlamda kullanıldığını anlamlı bulmuyorum ama “özgür dünyayı” çok anlamlı buluyorum, zira temsilcileri çok anlamlı konuşuyor. İşte Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick: “Dünya çapındaki buhran nedeniyle on milyonlarca insan işsiz kaldı, hayatların mahvoldu, kız çocukları okula gidemiyor, ev kadınları hangi yemek öğününü kessek diye düşünür hale geldi, çocuklar kötü besleniyor, 1 milyar insan yoksulluk çemberini bir türlü kıramıyor. İnsan ilerlemesi denilen şey, artık geri dönüşü olmayacak bir şekilde geriye doğru gitmeye başladı." (21) Ama korkmayalımmış, bunlar meğer 1990'dan kalma buhranların etkisiymiş, şimdi uf olmuşmuş ama finans dünyası yoluna girince hepsi geçecekmiş. Bir tutam minare gölgesi, bir tutam davul tozu, uyu da yavrum uyu...

Sonsöz: Herta Müller'i keşfetmek
 Unutmadan, bir de Herta Müller'i Türkiye'de inceden keşfetmiş olanlar var. Misal Özdemir İnce. Herta Müller'e övgüler düzerken şu cümleleri kullanıyor: “Yazar arkadaşım Herta Müller’in değerini abartmamıştı. Benzersiz bir yazardı. Güneşin bir “kızgın kabak” olduğunu yazıyordu. Tam anlamıyla bir şairdi.”  (22) Demek bir şairin, bir yazarın külliyatından elimizde tek bir kabakla söz edebiliyoruz. Bir kabak bütün bir şiire bedel olabiliyor. Demek keşfedeni bile onun edebi gücünden elinde ancak kabakla gelebiliyor. [Romanya kabağı-Mısır kabağı karşılaştırmasının bir kez daha yeri ve zamanı].  Özdemir İnce bir incelikle bitirmiş yazısını: “Ama burası Türkiye, okumadan âlim, yazmadan kâtip olanların güzel memleketi!” Evet, edebiyat sözcülüğünde ikbal avcılığı yapanların da güzel memleketi. Peki ben de sereserpe yaysam bundan sonra bir kızgın kabak gibi yasaklı dörtlüklerimi inceden, yoksa yaşımın yelkovanı geçmiş midir ozan denmesinden?


DİPNOTLAR
1) Alıntıladığım ifadeler, bahsi geçen gazetelerin internet sitelerinden bu yazının yazıldığı tarih olan 9 Kasım 2009 gününde aynı gazetelerin arşivlerinde geçmekte olan ifadeler. İfadelerde uygulanan yazım ve imla kuralları herhangi bir düzeltmemi içermemektedir, alıntılandıkları haberlerdeki “asıl” halleridir. Radikal gazetesinin internet sitesinde Nobel Ödülünün veriliş gerekçesi bulunmadığından burada konu edilmemiştir.


2) Sibirya'daki çalışma kampları olarak da bahsediliyor. Hatta kimi yerlerde bu kampların adı “köle işçi kampları” olarak da geçiyor; böyle bir tanımın nasıl bir dangalıklık veya kötü niyet olduğunu burada tartışamam ama “köle işçi” ya da daha iyisi “ücretli köle” sermaye sisteminin bir parçasıdır.

3) http://books.google.com.tr/ adresinde David Rock ve Stefan Wolff'un yazdığı “Coming home to Germany” adlı komünizm aleyhtarı kitabın 141'inci sayfası.

4) Üçüncü dipnotttaki a.g.e sayfa 184.

5) Romen köylüsünün geçmişte neler yaşadıklarını görmek için en azından Panait Istrati'nin romanları okunmalıdır.

6) “Relations agraires et relations de pouvoir dans la Roumanie communiste”, Antoine Roger, 5 numaralı dipnot.

7) Sovyet Bloğuna karşı komünizm aleyhtarı yayınlar yapmak için kurulmuş olan Özgür Avrupa Radyosu'nun (Radio Free Europe) internet sitesi, 11 Ekim 2009.

8) Ülkemizin hukuk tarihinde icat edilmiş en garip suç isnatlarından ve suçlardan biridir. Espri olsun diye yazmadım, iddianamede geçen suç isnadı budur.

9) Üç numaralı dipnottaki a.g.e sayfa 141.

10) Yedi numaralı dipnotta verilen röportaj.

11) Bu bombalamanın hala neden “Birinci Körfez Savaşı” olarak geçtiğini aklım almıyor. İki ordunun karşı karşıya gelmediği, bütünüyle sivil halkın katledildiği bu alçakça bombalamanın ardından Irak'a konan ambargoda ilaç ve yiyecek yetersizliğinden dolayı ölen kişi sayısı 1.000.000'un üzerindedir. Irak işgali sırasındaki sivil kayıplar ise 300.000 olarak tahmin edilmektedir. Meraklı okurların ABD Genelkurmayı tarafından açıklanan resmi rakamlara bakmalarını öneririm. Emperyalizmin ve sermayenin insanlık suçları karşısında komünizm aleyhtarlığına bayrak yapılan “Prag Baharında” (komünist yönetimin iktidarda bulunduğu Çekoslavakya'ya Sovyet birliklerinin girişinin dramatik adı da diyebiliriz) ölü sayısı 100'ü bulmamaktadır. İlkesel olarak olayları rakamların istatistiğiyle karşılaştırmayı doğru bulmuyorum ancak hiç kimse de “kitlesel imhaları” haklı çıkaracak derecede olayları kavramsal bir düzlemde eşitleyemez.

12) Fişleme konusunda “özgür dünya” galiba daha becerikli; http://www.guardian.co.uk/uk/2009/oct/25/police-domestic-extremists-database. The Guardian gazetesinden güncel bir haber aktarayım. İngiltere Kamu Düzeni İstihbaratı “sol kanatta” olarak tanımladıkları her türlü siyasi protestoyu hem “suç kapsamında” ele almış (örneğin savaş karşıtlığı) hem de bu protestocuları “olası suçlular” gözüyle takibe almış. Hani neredeymiş demokrasinin beşiğinde “ifade özgürlüğü”? Demokrasi beşiğinde böyle mi uyutuyorlar? Sen özgürce ifade et, biz seni gizli gizli izleriz. Hatta ülkemizde Yargıtay santralini de en azından hukuken usulsuz olarak dinlenebilir ama unutmayın hepsi demokratik çerçevede!

13) (Bkz. 7'inci dipnot) Adı geçen kitabın 125'inci sayfasında Securitate'nin (Romanya İstihbarat Teşkilatı) Wagner ve üç arkadaşının tutuklandığını, Batı Almanya'nın devreye girmesiyle serbest kaldıkları, haklarında geçici “konuşma yasağı” cezası verildiği, ancak William Totok'un (Bkz. 13'üncü dipnot) aylarca hapis yattığı belirtiliyor. İsnat edilen suçlama, mahkeme süreci gibi ayrıntılar verilmediğinden anlayabiliyoruz ki komünist ülkelerde ne yargıç, ne avukat, ne de mahkeme vardır. Neyse ki bu derin bilgi kaynakları var da komünist coğrafyalarda yargı sisteminin olmadığını öğrenebiliyoruz.

14) Komünizm aleyhtarı bir kaynakta (http://www.crvp.org/book/Series04/IVA-15/civic_culture_in_banat_and_trans.htm; 12'inci dipnot) Totok'un tutuklanma nedeninin “burjuva ideolojisini yüceltmek, yasalara ve Romanya'nın totaliter nizamına kuşkuyla yaklaşmak” olduğu yazıyor. Bu da başka bir çarpıtma, hiçbir komünist rejim kendisini totaliter olarak nitelendirmez, resmi belgede yazanı yorumlayacaklarına yazanı olduğu gibi aktarsalardı. Totok'un polis kayıtlarında da belge numarası verilerek “sosyalist düzen aleyhinde propaganda yapmaktan” tutuklanmış olduğu belirtiliyor. Bunun haricinde gerçekten ne kadar ceza aldığına, mahkeme sürecine dair hiçbir ayrıntı verilmiyor. İş komünizm aleyhtarlığına gelince “totaliter rejimden çok çekti, en çok zarar görenlerden biri” türevi hamasi sözlere sığınılması her zaman dikkatimi çekmiştir.


15) “Dergi satarken öldürülmek” denince İrfan Ağdaş, Şükrü Sarıtaş, İsmail Karaman, Ferhat Gerçek ilk akla gelenler.

16) http://www.romaniaculturala.ro/articol.php?cod=13406 (Romence) William Totok'un bir Yahudi olmasına karşın bir faşist oluşumda nasıl yer alabildiği (bkz. Adam-Müller Guttenbrunn hakkındaki 13'üncü dipnot) akıl karıştırmamalı. Bavyeralı bir Yahudi ve sosyalist bir lider olan Eisner'i öldüren, Ari ırk hastalığına bağlı (düşüncesi demeye dilim varmıyor) Anton Arco-Valley'nin annesi, ünlü sermayedar aile Oppenheim'ların bir ferdiydi.

17) http://books.google.com.tr adresinden ulaşabileceğiniz “Antisemitism” kitabındaki ifadeye göre Guttenbrunn kendisini “Yahudi aleyhtarlığının Don Kişot'u” olarak tanımlıyormuş. Yazarı Richard S. Levy. Guttenbrunn hakkında önemli bir kitap daha var: “Gutterbrunn ve Viyana Ari Tiyatrosu” (yazarı Richard S. Geehr)

18) Türkçe zenci, Amerikan İngilizcesindeki aşağılayıcı “nigger” kelimesinin karşılığı değildir çünkü bizde böyle bir “aşağılama” amacıyla kullanılmamaktadır.

19) Üç numaralı dipnottaki a.g.e sayfa 141.

20) Fransa'nın en önemli ve saygın edebiyat ödüllerinden biri olarak bilinir.

21) IMF-Dünya Bankası Toplantılarında gazetelerin Zoellick'e atfen ilettikleri üçüncü tekil şahıs ifadeleri, bu alıntıda birinci tekil şahısta kullandım. İlginç olan nokta ise Zoellick'in bu saptamayı yaparken "failin" kim olduğunu unutması. Bahsettiği felaketlerin baş mimarı IMF-Dünya Bankası çeperindeki finans kapitalizmi değil sanki... 

22) http://www.hurriyet.com.tr, 18 Ekim 2009.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder